Paul Anka – You Are My Destiny
California, 2006
Yazın kavurucu havası, 1970 model GTO'nun yarı açılmış camından içeri arsızca doluşurken, cızırtılı eski radyoda çalan uğursuz şarkı genç adamın uzun parmaklarını siyah deri direksiyona daha da sıkı dolamasına sebep oldu.
Şarkının sözleri kulaklarına dolarken, ağzında kötü bir tat kalmışçasına yüzünü ekşitti genç adam. Bu hareketiyle gözlerinin rengine büyük bir tezatlıkta alnına konuşlandırılmış kavisli kaşları çatık bir hal aldı. Şarkının melodisi zihninde dönüp duran düşünceleri dağlarken, genç adam koltuğunda huzursuzca kıpırdandı ve homurdanarak arabasının iki camını da tamamen indirdi. Rüzgârın boğucu gürültüsünün, radyosundan yayılan sinir bozucu şarkının seslerini yutmasını diledi.
Nemli hava, külüstür arabanın is ve toz kokan havasına karışıp genç adamın gece karası saçların bir o yana bir bu yana uçuşturmaya başladığında, burun deliklerine akın eden toz zerreciklerin etkisiyle, defalarca kırılmanın izlerini taşıyan hafif çıkıntılı burnunu kırıştırdı genç adam. İçinden bir dizi küfür savururken ağzının içinden kendi kendine söylendi. Sıcak havalardan nefret ediyordu.
Genç adam, üzerine çullanan anıların ağırlığı altında, onları üzerinden atmak istercesine huzursuzca koltuğunda kıpırdandı. Sıcağa olan nefreti, sıcağın ona çok fazla şey hatırlatmasından geliyordu.
Deri koltuk gıcırtılı sesler çıkarırken genç adam, zihnine üşüşüp duran anıları engelleyebilecekmiş gibi gaz pedalına biraz daha ağırlığını verdi. Ayaklarının altında homurdanan motorla birlikte duruşunu dikleştirdi, soluna yandan bir bakış atarak, toz ve dumandan dolayı hafifçe bulanıklaşmış camdan dışarı, yanından akıp giden yolu izlemeye başladı.
Çorak arazinin sarı toprakları, ufukta göğün açık maviliği ile buluşuyordu ve bereketsiz toprağın üzerinde herhangi bir canlılık belirtisi gösteren bir ağaç veya çalı bulunmamaktaydı. Tanrının unuttuğu bir yer olmalı, diye düşündü genç adam ve sol kolunu yanındaki kapının üzerine koyarak dirseğini cama değecek şekilde yasladı. Bakışlarını da önünde kara bir nehir misali akıp giden yola odakladı.
Kulaklarında rüzgârın gümbürdemesine izin verdiğinde genç adam, gün içinde zihninde tekrardan dönüp durmaya başlayan düşüncelerini dinlemekten alıkoyamadı kendini. Her bir düşünce, onu aynı sorulara itiyordu. Bu kadar uzak olmak zorunda mıydı? Ya da daha önemlisi; bu kadar uzak mesafeyi, bu metal kutunun içinde kısılıp
kalarak mı geçirmek zorundaydı? Genç adam, zamanında onu taşıyan büyük ipekten kanatların özlemiyle derin bir iç çekip, California'nın sıcak ve nemli havasını ciğerlerine topladığında bu sorulardan birinin cevabını zaten çoktandır biliyordu. Zorundaydı.Her hatanın bir bedeli olmalıydı sonuçta ve yine bu hataların, onların geçmişteki kusurlarını örtecek bir telafisi de olmalıydı. Genç adam, tüm bu hatalarının bedelini ödemişti. Hem de öyle bir ödemişti ki, bu kavurucu California sıcakları bile onun gibi güçlü bir adamın, teninin ürpermesine sebep oluyordu; gerisinde bıraktığını sandığı, zihninin gerilerinde derin çukurlar kazıp en derinliklerine gömdüğünü düşündüğü anıları sanki tırnaklarını kazıyarak bulundukları çukurdan yüzeye doğru çıkıyor ve omuzlarına biniyordu.
Ancak genç adamın talihi, en karanlık sandığı gecelerinin sonunda doğan bir şafak misaliydi; çirkin yazgısı, değişmek üzereydi. O, sert deriden direksiyonunu kavradığı 1970 model aracının kara lastiklerini, önünde bir yılan gibi kıvrılıp uzayan mıcırlı asfalt yolun üzerinde bağırtarak yol alırken, kader ağlarını örmeye başlayacaktı. Talih, genç adamdan yana olacaktı. Olmak zorundaydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LUCIS
FantasíaTitreyen parmaklarımla, küçük hançeriminim oymalı gümüş kabzasını kavradım. Ilık kan parmak uçlarımı ısırıyordu, koyu kırmızı lekeler avuçlarımdan bileklerime doğru tırmanmaktaydı. Güçsüz bacaklarım üzerinde doğruldum ve adrenalin damarlarımı sızlat...