2.Bölüm - Çay Partisi

149 8 0
                                    

''Neden anlamak istemiyorsun bilmiyorum ama gerçekten telefonun bende değil. Bir şey söylemeyecek misin? Nereye gidiyoruz? Bak ben dün sadece, neden açıklama yapıyorum ki. Normal biri gibi teşekkür etmen gerekirken neden böyle davranıyorsun?''

Son on beş dakikadır ilk defa yüzüme baktı, yüzü söylediklerimde ciddi olup olmadığımı doğrulamak için refleks olarak bana dönmüştü ve evet sonunda dikkatini çekebilmiştim.

''Telefonumun nerede olduğunu söyle.''

''Bende değil, bir fikrim yok.''

''Öyleyse sesini kes. Canımı sıkıyorsun.'' 

Ve bir anlığına başlatabildiğim iletişim kurma girişiminden sonra tekrar herşeyi parçalamış kafasını benden olmayan tarafa doğru çevirmişti. Dün belki de hayatını kurtarmıştım, ama yaptığı bu muydu? Adam kaçırmak, hırpalamak, sesini kesmesini söylemek. Peki neden? Çünkü canını sıkıyorum. Şimdi nerede olduğumuzu kestirebilmek için pencereden dışarıya baktım. On sekiz yıldır İzmir'de olmama rağmen kesinlikle çok iyi biliyor değildim. Hatta çok iyi bildiğim beş ilçe sayabilirdim en fazla. Güzelbahçe tarafına gidiyormuşuz gibi hissediyordum ama emin olmam mümkün değildi.

''Telefonun bende olmadığına göre, artık inebilir miyim? Eve gitmem lazım ve...'' Hayır değişmeyen ruh halinin, yumuşamayan mimiklerinin benim cesaretimi kırmasına izin vermeyecektim. Bu lanet arabadan kurtulacak, bu berbat günü geride bırakacaktım. Üstümde nakit, kart, telefon herhangi bir şey olmaması sorununu da daha sonra düşünecektim. Önceliğim bu deliden kurtulmak olacaktı.

''Eve gitmem lazım ve bu olay olması gerektiğinden fazla uzadı. Ben bir şeyini çalmadım.''

''Ve ben de buna inanacağım.''

Açıkçası hastane masraflarını bile ben ödemiştim yani şu sözde "öldürücü cazibesi" masrafları Esra'nın üstlenmesine yetmemişti ve Esra demişken sınıfımdan sürüklenerek çıkarılmamın sorumlusu nedense onun aptal patavatsızlığıymış gibi hissediyordum. Artık gerçekten sinirlenmeye başlamıştım. Kilitli olduğunu bildiğim kapıyı açmak için zorlamaya başladım.

''Aç şunu, yeter artık. Bir şeyini almadım diyorum.''

Zaman kavramını yitirmiş olduğumu düşündüğümden tam olarak emin olamıyordum ama kırk beş dakika boyunca araba içinde bağırmış, kapılara pencerelere vurmuş, hatta en sonunda direksiyonu kırıp arabadan kaçmayı bile düşünmüştüm. Ama ikimizi de öldürmek istemiyordum ve filmlerde gördüğümüz şu muhteşem aksiyon sahnelerini canlandırmak gerçek hayatta sanıldığı kadar kolay değildi. Birileri polise haber vermiş olmalıydı, birileri arabanın plakasını çoktan almış ve yine birilerinin bizi bulması an meselesi olmalıydı. Ben o ana kadar ikimizden birini öldürmeyi düşünmüyordum, soğukkanlı olmalıydım -ki bunu bütün hareketlerime rağmen başardığıma inanıyordum. - Sonunda iyice seyrekleşen evlerin, açıkçası bunlara ev demek pek doğru değildi. İzmir'de yaşayan hiçbir akrabam, hiçbir arkadaşım bu tarz bir evde yaşamıyordu. Yol boyunca gördüğümüz diğer villalardan daha uzakta ve daha etkileyici olanın önünde durduk, ikimizde aynı anda kapıyı açıp harekete geçmiş olmamıza rağmen indikten hemen bir kaç adım sonra kolumda tanıdık baskıyı hissettim.

''Yürü.'' 

Yürümem için yeterli zamanı verseydi, kendimi dizlerimin üstünde yere kapaklanmış bir halde bulmazdım sanırım. Düşmenin etkisiyle pantolonumun diz kısmı yırtılmıştı. Acının, korkunun, dehşetin getirmiş olduğu şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırıyor, ağlamamaya çalışıyordum.

''Az önce beni ittin mi sen? Hasta mısın ya? Teşekkür etmen gerekirken yaptığın şeylere bak, çek elini.''

Acemice beni taklit ederken gözlerini kırpıştırdı. 

KÖKTENHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin