Çok cana son nefesini verdirdiğim o silahın namlusu şimdi de benim kafama dayalıydı. 9 ay boyunca aklımdan geçtiği gibi, aklımdan en son geçen şey de o olacaktı. Küçücük bedenine dünyaları verebileceğim parçam; oğlum. Pars'ım. Kanımdan gelen kötü koku, gözlerimden akan yaşlar ve başıma dayadığım silah. Sessizdi. İstediklerini aldıktan sonra beni buraya bırakıp gitmişlerdi. Buz gibi bir yıkıntının içindeydim. Harabenin içindeki harabeydim. Kanıyordum; Canımın acısından çok kalbim acıyordu, parçalanıyordu. Küçük bir beden; bir parçam olan, gözlerimin önünde hayata geleli dakikası bile olmadan hayatı sona erdirilen küçük Pars'ım. Gözlerini görmüştüm. Bana belki de olacaklardan haberdar gibi bakan benden aldığı sisli masmavi gözleri. Gözünü açmış olması bile alışıla gelmiş bir şey değilken renginin ortada olması bambaşkaydı. Mucizeydi; benim mucizem. Kurtulmak için yapmam gereken tek şey tetiği çekmekti. Titriyordum; Ama bu soğuktan değildi. Patlayan silah sesini işitmiştim ama bu elimdeki silahtan değildi. Gözlerimi açamadım. Daha da sıkı kapattım. Bu lanet hayatı sonlandıracaktım ki O gelip elime bir darbe indirip sımsıkı tuttuğum silahı kolaylıkla yere düşürene dek. Sonra elleri ağzımın üzerine kapandı. Gözlerim hâlâ kapalıydı; O'nu kokusundan tanımıştım. Gözlerimi açtım ve karşımda bir çift mavi gözle karşı karşıyaydım. Bedenlerimiz dipdibeydi ama ruhlarımız arasında kilometreler vardı. Gözleri katilinden değil, benim gözlerimdendi. Benim gibi yoğun ve sisliydi O'nun da gözleri, gece mavisi. Karşımdaki açık mavi gözlerin aksineydi. Çünkü O, benim oğlumdu. Şimdi vuran bendim; karşımdaki adamı bakışlarımla en derinden vurmuştum. Bakışlarında emin olduğum bir duyguya yer vermişti; Acı. Artık şundan da emindim; ölsem bile O'na kavuşamazdım. Çünkü O cennette ben ise cehenneme aittim.