Vatanınızı ardınızda bırakana dek bunun önemli bir karar olduğunu anlayamazsınız. Size bunu fısıldayan bir iç sesiniz vardır evet, fakat her zaman olduğu gibi onu bastırır, her şeyin iyi, çok iyi olacağına dair kendinize küçük nutuklar çekersiniz.
Vatanımı, doğduğum topraklar olan Fransa'yı, ailemin mezarını ve diğer her şeyi ardımda bırakarak gelmiştim İngiltere'ye. Kaderim, bir meçhulden ibaretti. Gördüğüm tek şey puslu bir gökyüzü ve aynı derecede puslu olan geleceğimdi. Ne düşüneceğimi bilmemekle beraber, ne yapacağımı da kestiremiyordum.
Az önce indiğim trenin gürültülü bir sesle gerisin geri gidişini seyrettim özlem dolu bakışlarımla. Fransa'ya yeniden dönüyordu o tren. Valizimi ayaklarımın ucuna bırakarak, tren tamamen gözden kaybolana dek onu izledim. İşte, geçmişim de bu trenle beraber bana sırtını dönmüş, bu bilmediğim sokaklarda yapayalnız bırakıyordu beni.
Trenin son ucu da gözden kaybolmak üzereyken, sanki geçmişime son kez dokunabilirmişim gibi elimi havaya kaldırdım ve bir zaman öyle bekledim. Gözlerimden bir damla yaş düşmeli, sonra da aylardır bunu bekliyormuşum gibi saatlerce ağlamalıydım. Ama yapmadım, ailemi kaybettiğimde bile akmayan gözyaşlarım, şimdi kendilerini gösterecek değillerdi ya.
Bacağımda hissettiğim küçük bir elle bakışlarım yere çevrildi ve elinde gazete, yüzü kömür karası, sarı saçlarıysa güneşi andıran bir çocuğun masum bakışlarıyla karşılaştım. Gülümsemiyordu, mutlu değildi ama yine de güzelliğiyle ışık saçıyordu.
Dizlerimin üzerine çöktüm ve onun bir kağıt kadar düz olan saçlarına dokundum parmaklarımın ucuyla. Çocuk yaptığım şeye karşılık şaşırdı ve gözlerini kısarak baktı yüzüme.
Kısık sesiyle "Bir gazete alır mısınız madam?" dedi, onun benim Fransız olduğumu nasıl anladığını merak etsem de üstelemedim ve elindeki son gazeteyi alarak ona parasını uzattım.
Çocuk avucuna bıraktığım bozukluğa 32 dişiyle sırıtarak baktıktan sonra arkasına dahi bakmadan karanlık bir dükkana koştu. Dükkan karanlık görünüyordu, ama oranın küçük bir bakkal olduğunu anlamam uzun sürmedi.
Valizimle gazetemi ellerimin arasına alarak birkaç dakika yürüdüm ve boş bulduğum banka kuruldum. Gazeteyi avuçlarımın arasına aldığımda, 2 hafta öncesine ait olduğunu gördüm. 2 hafta öncesinin gazetesi. Dudaklarımda acı bir tebessüm belirdi ve çocuğun gülümseyen yüzünü anımsadığımda içim huzurla doldu.
Gazetede cinayet haberleri, savaşın izleri ve dahası vardı. 3. sayfaya geçtiğimde, beklemediğim bir ilan ile karşılaştım. İlanda yazanlar şunlardı:
"William Andorson Malikhanesine okur-yazar bir hanım-" burada yazılar karmakarışık bir hal alıyor ve devamı okunmuyordu. Ama yine de altında yazan adresi okuyabildim. Okur yazar bir hanım için iş ilanı verilmişti, ama gazete 2 hafta öncesine aitti, yani hala böyle bir hanım arıyor olabilirler miydi?
Ayağa kalktım ve şansımı denemeye karar verdim. Cebimdeki para bana sonsuza dek yetmezdi ve kendimi olmak istemediğim, karanlık yerlerde bulmak da istemiyordum. İngiltere'ye bir fahişe olmak için gelmemiştim en nihayetinde, kendi ülkemde bana verilmeyen çalışma şansını burada bulacaktım.
Önümden geçmekte olan arabacıya el işareti yaparak durdurdum ve bana doğru eğilen yaşlı adama nazik bir sesle "William Anderson Malikhanesine gitmek istiyorum." dedim "Ne kadar olur?"
"5 sterlin." dedi.
"Ama çok pahalı değil mi?" diye fısıldadım.
"William Anderson'un malikhanesi şehrin diğer ucundadır madam."
"Ah, pekala." dedim ve valizimi adama uzattım "Mecbur gideceğim."
Arabacı valizimi arabanın içine bıraktıktan sonra benim de arabaya binmem için yardım etti "Fransa'dan mı geldiniz madam?"
"Evet." dedim aceleyle "Montpellierliyim."
"Bu sıralar İngiltere Fransızlarla kaynıyor." dedi hoşnut bir sesle "Neyse ki cimri değiller ve bu bizim de işimize geliyor."
Benimle böyle açık yüreklilikle konuşmasına şaşırdım. Adam sessiz bir şekilde arabanın kapısını kapattı ve ben de perdeyi hafifçe araladım. Adama nereye gideceğimizi sormamıştım ama gazeteyi yeniden araladığımda Torquay'a gittiğimizi gördüm. Bu şehri çok fazla duymuştum ama oraya dair hatırladığım şey William Anderson değildi. Hatta bu ismi duyduğumu bile anımsamıyordum.
Derin bir nefes aldım ve dua ettim, benden önce başka bir hanımı işe almamış olmaları için. Yoksa hem 5 sterlinimden olacaktım hem de büsbütün bilmediğim bir şehirde yalnız kalacaktım.
&
Yaklaşık 1 saat kadar sonra araba aniden durdu ve ben de perdeyi aralayarak durduğumuz yere baktım. Buradaki deniz, daha önce hiç şahit olmadığım kadar göğü andırıyordu. Tertemiz bir su, parlak ve cenneti andırıyor.
Kapı birkaç dakika sonra aralandı ve arabacının yaşlı, kırışmış yüzü göründü. "Geldik Madam." dedi ve elini bana uzattı.
Bana uzattığı elini tuttum ve yere adım attım. Şehre baktığımda, taş üzerinde taşın olmadığını gördüm. Birkaç evse terk edilmiş gibi görünüyordu. Yalnızca dağın tepesinde, simsiyah bir renge bürünmüş görkemli bir malikhane vardı.
Gözlerimi kısarak bir süre malikhaneye baktım ve sonra arabacı valizimi elime tutuşturdu "İşte geldik."
Adamın koluna yapıştım adeta "Burada- burada kuş bile yok!"
Aniden farkına vardığım gerçek boğazıma bir yumrunun oturmasına sebep olmuştu. Burada yaşayan tek bir varlığın bile olmadığından emindim. Oysa okuduğum kitaplarda, Torquay'ın cennetimsi, yalnızca deniziyle değil insanları ile bile cenneti andıran bir şehir olduğu bahsediliyordu. Ama burada insan göreceğimden emin değildim şu anda.
Adam omuzlarını silkti ve sonra dağın bir ucundaki karanlık yapıyı gösterdi "Şu şatoda yaşıyor dediğiniz adam, Dük Anderson."
"Eee?" dedim onun devam etmesini beklerken.
Adam derin bir nefes aldı "Çattık belaya." diye mırıldandı kendi kendine "Benim arabam oraya kadar çıkmaz, kendin yürüyeceksin yani hanım."
"O şatoda birinin yaşadığını mı söylüyorsun yani?" hafif bir kahkaha attım "Bu söylediğine çocuklar bile inanmaz, beni nereye getirdin? Torqua olamaz burası!"
"Deli misin be kadın? Neden seni yanlış yere getireyim?" diye yükseldi aniden ve sonra yavaşladı "Bana bak kızım, Dük Anderson bu şatoda birkaç hizmetçisi ile beraber yaşıyor. Torqua da tam olarak burası, ama Dük birkaç yıl önce tüm şehrin boşaltılmasını emretti, yalnız kalmak istiyormuş. Duyduğuma göre de delirmiş çünkü kendisi İngiltere'nin en zengin dükü olmasına rağmen -ki Kral bile ondan borç ister öyle zengin- Dük ünvanını ayaklarının altına alarak savaşa katıldı. Bu da deli olduğunun kanıtlarından bir diğeri. Hem sen bana adam akıllı mı, sağlıklı mı diye sormadın ki, beni oraya götür dedin. Yani, daha fazlası beni ilgilendirmiyor. Sen sağ ben selamet!" dedi ve aniden ellerimin arasından kurtularak atlarının başına atladı.
Arkasına bile bakmadan uzaklaşan at arabasına bir süre baktım. Elimdeki valiz avuçlarımın arasından kayarak toprağa düştü. Şehrin en yüksek tepesindeki karanlık şatoya bakarken nefesimi tuttuğumun farkında değildim. Ayaklarımın üzerine çöktüğümde, aniden bir yağmur bastırdı ve daha fazla kendimi tutamayarak, içimdeki acıya katlanamayarak, derin derin ağlamaya başladım.
Hıçkırıklarım göğü doldururken, göğün de benimle ağladığını düşünerek hüzünlendim ve dudaklarımdan şu kelimeler döküldü "William Anderson denen bu adam ya gerçekten deliyse? Neden tüm şehrin boşaltılmasını emretmiş ki? Üstelik bir de savaşa gitmiş Düklüğünden vazgeçerek-" başımı dizlerime yasladım ve çamura bulanan ellerimi saçlarıma götürdüm "Ne olursa olsun, gitmek zorundayım Anderson malikhanesine." ayağa kalktım ve kah çamurlara batarak kah ayakta kalarak, benden yarım saat uzaklıkta görünen malikhaneye adımlarımı yönlendirdim.
Bu, Tanrının benim için yazdığı yeni kaderin başlangıcıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yaralı Dük
Historical FictionTokmağı yılan gibi tıslayan ilginç bir ses eşliğinde indirdim. İçeriye girmek için adımımı attığımda, yaşlı kadın arkamdan kapıyı kapattı. Birkaç saniye için kapıya baktım ve sonra ileriye doğru ilk adımımı attım. Dük William Anderson sağ profili b...