Akşam yemeğine kadar vaktin nasıl geçtiğini bilmiyorum. Fakat valizimden çıkardığım kitapla çok ilgilenmiş olacağım ki, kitabın son sayfasına geldiğimde kendi kendime "Kahretsin." diye fısıldadım "Ne ara buraya geldim ben?"
Kitabı komidinin üzerine bıraktım ve başımı yastığın üzerine bıraktım. Dük William'ın mavi gözleri, beni içine çekiyordu. Onun bana ilgiyle bakan bakışları, hala gözlerimin önündeydi ve gözlerime bakıyordu. Karanlıktayken bile.
Parmaklarımda soğukluğunu hissettiğim elime dokundum. Şimdi sıcaktı parmaklarım fakat o dokunduğunda buz kestiğimi hissetmiştim. Bir erkeğe böylesine kolay, böylesine hızlı bir şekilde kapılmak, benim için beklenmedikti. Üstelik Dük William bile kendini sevmiyordu.
Dük William'ın bile kendini sevmediği sonucuna nereden eriştiğimi sormayın, bu tamamen hislerle ilgili bir durum. Ben, böyle hissetmiştim. Ama bunu düşünmem için bir sebep vermemişti ki bana. Yani, bir şehrin hayalete dönüşmesinin emrini vermek, onun kendini sevmediğine bir kanıt olabilir miydi?
Ayağa kalktım ve tüm odada gezindi bakışlarım. Bir ayna aradım. Bir ayna. Fakat, hiçbir şey yoktu. Ayağa kalktım ve banyoya gittim, yorgunken dikkat etmemiştim fakat şimdi ilgiyle inceliyordum. Hayır, burada da ayna yoktu.
Elim boynumu yeniden buldu. İşte Dük'ün kendisini sevmediğinin bir kanıtı daha. Fakat, aynalara küskünse neden buradaki aynaları kaldırmış olabilirdi ki? Yani, bu odaya hayatı boyunca adım atmadığını düşünebilirdim pekala. Şatoda binlerce oda olmalıydı. Bu oda ile ayrıca ilgilenmeyeceğini biliyordum, yatağa yeniden oturduğumda başımı ellerimin arasına aldım.
Her olaydan, her bir ayrıntıdan, bir sonuca ulaşmaya çalışmak aptallığın dik alasıydı. Bunu yapmayı acilen bırakmam gerekiyordu. William'ın bana yakın davranışları, bu hakkı kendimde bulmama gerekçe olamazdı. O, kibar bir adamdı ve karşısında kim olursa olsun aynı usta konuşmacılığını gerçekleştireceğini bilmeliydim.
Başımı kaldırdığımda kapının birkaç kez çalındığını ancak duydum ve hafif bir sesle 'Girin' dedim.
Kapının arasından yaşlı kadının sevecen yüzü göründü. Kapıyı arkasından kapatırken "Akşam yemeği hazır." dedi.
"Keşke beni de çağırsaydınız, yardımım dokunurdu."
"Aman ne olacak canım, zaten iki kişilik bir masa hazırladık."
Yanıma oturması için biraz kaydım yatağın üzerinde ve o da oturdu "Siz nerede yiyeceksiniz yemeğinizi?"
"Buraya gelirken fark etmediniz mi?" sonra gülümsedi "Tabii ya nasıl fark edeceksiniz. Şatonun arka kısmında William Anderson bizim için küçük bir ev yaptırdı. Biz, günün çoğu zamanında orada kalırız. Hafta sonları ise, yalnızca yemeklerin hazırlanması için geliyoruz."
"William" dedim aniden "Bu şehri o mu bu hale getirdi?"
"Şehir zaten William Anderson'un ailesine aitti. Düklük dönemindeyse tüm kararlar ona aitti ve kralın kendisinden talep ettiği ücret karşılığında, tüm şehrin terk edilmesini emretti. Bu ancak 1 yıl önce yaşandı. Buraya hemen hemen kimse gelmez. Beyefendi kendisi için bir şey istediğinde, bunu mektubuyla bir dostuna bildiriyor ve en geç 2 gün sonra istedikleri elinde oluyor. Biz ise mutfak ya da kendi ihtiyaçlarımız için, istediğimiz her an şehirden ayrılabiliriz."
"William Anderson neden savaşa gitti?"
"Gençlik ateşi demek isterdim, ama sebebi bu değil, kimse bilmiyor."
"Siz onu ne zamandan beri tanıyorsunuz?"
"Ah, William benim ellerimde geldi dünyaya. Ne kadar güzel bir çocuk olduğunu bilsen şaşırırdın."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yaralı Dük
Historical FictionTokmağı yılan gibi tıslayan ilginç bir ses eşliğinde indirdim. İçeriye girmek için adımımı attığımda, yaşlı kadın arkamdan kapıyı kapattı. Birkaç saniye için kapıya baktım ve sonra ileriye doğru ilk adımımı attım. Dük William Anderson sağ profili b...