3. Bölüm

195 23 15
                                    

Onu gördüğümde, korkmadım ya da geriye kaçmadım. Gözlerim şaşkınlıkla aralanmamış, küçük bir çığlık da kaçmamıştı dudaklarımın arasından. İtiraf etmesi güç olsa da, Fransa'daki savaşta yüzünü, kolunu ve bacağını kaybetmiş birçok insanla aynı ortamda bulunmuştum. Savaş, buydu işte. Büyük insanlar savaşları başlatır, fakir insanlarsa bunun uğruna uzuvlarından, hayatlarından ve hatta ailelerinden olurlardı. Fakat Dük William Anderson ne bir fakirdi ne de asker. Bunu, kendisi seçmişti. Bir deli olduğu için mi? Sanmıyorum, çünkü şu an karşımda olan adam, gayet akıllı gözlerle beni izliyordu.

Derin bir nefes alarak ona doğru yürüdüm ve elimi uzattım "Merhaba beyefendi." dedim saygılı bir sesle.

Havadaki elime birkaç saniye baktıktan sonra o da elini uzattı, parmaklarındaki soğukluk cildimi yakacak kadar yoğundu. Elimi ellerinin arasına aldı ve hafifçe sıktı, bir zaman öyle kaldık. William Anderson geriye çekildiğinde, yutkundum ve onun mavi gözlerine baktım.

"Merhaba. Geldiğiniz için minnettar olduğumu söylememe izin verin." sözleri kibardı fakat sesindeki ton ruhunun da en az elleri kadar soğuk olduğunu belli eder haldeydi "Sanırım gazetedeki ilan için geldiniz."

"Evet." dedim ciddi bir ses tonuyla "Benden başka kimse gelmemiş miydi?"

Birkaç saniye boş gözlerle baktı yüzüme "Hayır, bu sizi korkutuyor mu?"

"Korkutuyor diyemem ama ilginç bulduğumu itiraf etmeme izin verin."

Başını 'anlıyorum' dercesine salladı "Endişe etmekte haklısınız. Bu şehri kötü bir namı var ve insanlar buraya adım atmayı tercih etmiyorlar."

"Peki-" dedim kısık bir sesle "Neden?"

Gülümsediğinde yüzünün parçalanmış tarafına düşen dudağı yukarıya kıvrıldı "Belli olmuyor mu?"

Karşımda sözlerimden kırılacak, kendine küsecek bir adam yoktu, bunun farkındaydım fakat onu kırdığım için yine de korktum "Kendinize haksızlık ediyorsunuz." dedim ve dudaklarımı ıslattım dilimin ucuyla.

"Lütfen bu konu hakkında konuşmayalım. Tercih ettiğim bir şey değil."

"Kusura bakmayın." dediğimde bana camın önündeki iki geniş koltuktan birini gösterdi ve oturmamı rica etti. Karşıma oturduktan birkaç dakika sonra kapı çaldı ve Dük içeriye girmesini söyledikten sonra, elinde 2 fincan Türk kahvesiyle az önce tanıştığımız yaşlı kadın girdi. Kahveleri gülümsemeden ya da yüzümüze bakmadan servis etti ve 'afiyet olsun' dedikten sonra odayı terk etti. 

Dük fincanı elinde tutmuş, konuştuğumuz süre boyunca tek bir yudum bile almamıştı. Ben birkaç yudum içtim kahveden çünkü üzerime bastıran yorgunluk halinden kurtulmak istiyordum. 

William Anderson nihayet sessizliği bozarak "Adınızı sormayı unuttum." dedi ve sonra gülümsedi "Benimle bu şerefi paylaşırsanız, gerçekten sevineceğim."

"Violette Martin." dedim fincanı orta sehpanın üzerine bırakırken, "Ama siz yalnızca Violette diyebilirsiniz."

"William Anderson." dedi başını hafifçe eğerek "Siz de aynı şekilde, yalnızca adımla hitap edebilirsiniz bana."

Gülümseyerek başımı salladım onayla. Karşımda bir deli olmasını beklerken, inanılmaz derecede kibar fakat yaralı bir adam bulmuştum. Yaralı Dük. Ne acı. Tüm hayatına, eğlencelerine, belki aşklarına yüzünün parçalanışı ile veda etmişti. Genç bir adam olduğunu görebiliyordum, ancak 28inde olmalıydı. Ve kendini tüm dünyaya kapatmış, bir şehrin hayalet şehre dönüşmesini emretmişti.

"Fransız mısınız?" dedi yeni bir sohbet konusu açarak.

"Evet. Fakat annem bir İngiliz soylusuydu. Onun beni özenle yetiştirmesinden olacak, ana dilim kadar iyi konuşuyorum İngilizceyi de."

Yaralı DükHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin