Benim için çok da yeni olmayan ama yeni paylaştığım bir hikaye.
Umarım gerçekten okuyan olur. Bir kişinin bile okuması, sevmesi beni çok mutlu ediyor.
Keyifli okumalar dilerim.
«Gözyaşlarımı gecenin kucağına bıraktım...»
Gecenin bilmem kaçı, aylardır tozunu almadığım eski yemek masasının üzerindeki boş kadehle bakışıyordum. Sadece bakmakla yetinmeyip o üzerinde şarap lekeleri olan kadehte safderun ruhumun karanlık ve sonsuz bir yeise sarmalanışını, hafızamdan silemediğim meyus bakışlı çehreleri, yıllar öncesinden kalma çığlıkları, her zaman zihnimin bir köşesinde yankılanıp duran ızdırap mühürlü feryatları görüyordum.
Önümde bir kağıt, mürekkebi bitmek üzere olan siyah kalem ve kirli kadehten başka hiçbir şey yoktu. Tabii içimi kemiren acı dolu anılarımı saymazsak...
İçimdeki derin sessizlik, kalemime dökülüp vücut bulsun istiyorum. İçimdeki o tenha sokakları bir nebze olsun aydınlatacak bir ışık bulmak için yazmak istiyorum. Yazmak istiyorum, ruhumun kırıklarını kelimelere döküp o kelimelerle cümle oluşturmak ve o cümlelerle kendime iyi gelmek istiyorum.
"Dökeceğim içimdeki nefreti bu kağıda."dedim ve kalemi elime alıp içimden ne geldiyse yazdım.
İsmimi Esen koymuşlar benim. Rahat, sağ salim olan demek. İsmimin anlamını hem bedenimde hem de ruhumda taşımayı çok isterdim ama maalesef benim hayatım buna fazla elverişli olmadı. Aslında yaşadıklarımdan ötürü yüreğimin her bir zerresinde taşıdığım karanlık acılarımın sebebini sadece hayata yüklemek istemiyorum. İnsanlar... Biz... Hayatımızı suçlamak yerine kalbini kırdığımız, incittiğimiz insanlara bakıp bizlerin asıl suçlu olduğunu söyleyebiliriz. Biz ise bütün yükü hayata, kadere, evrene yüklüyoruz. En azından ben böyle yapıyordum.
Küçük bir sahil kasabasında gök mavisi, samimi, sıcak bir evde dünyaya gözlerimi açmışım ben. Çocukluğundan beri müzisyen olma hayalleri kuran ama babasının 'İki kıytırık şarkı söyleyip para kazanmakla meslek sahibi mi olunurmuş? Öyle meslek olmaz! Ya doğru düzgün bir okul oku ya da evlen.' demesiyle bu hayallerini yarıda bırakıp liseye kadar okumuş, sonunda da ne yapıp ne edip sevdiği adamla evlenen bir annenin; İstanbul'da üniversite okuma düşleri ile yaşayan ama baba mesleğini yapması için diretilen balıkçı bir babanın kızıyım.
Her zorlukta yanımda duran, her ağladığımda gözyaşlarımı silen, bütün dertlerimi dinleyen, teselli veren, her daim benimle olan, beni mutlu eden koca yürekli bir abiye sahiptim ben. Sahiptim diyorum çünkü onu kaybettik. Motor sevdalısıydı benim abim. Her zaman babamdan motor istemişti. Ama hem gelirimiz buna elverişli değildi hem de babamın 'Motor alayım da serseri olup çık başımıza. Adam gibi çalış para kazan!' diye abimin yüzüne savurduğu cümleler abimin bir motora sahip olma hayallerini yıktı. Baba dediğin evladına destek olmaz mıydı? Biz de öyle değildi işte. İstekler geri çevrilir, hayaller yıkılır, düşler kırılırdı bizde.
Bir akşam abim yakın bir arkadaşının nikahına gitmek için zar zor, yalvara yalvara izin almıştı babamdan. Dil döke döke babamı ikna etmeyi başarmıştı ve o akşam nikaha gitmişti. Nikah bittikten sonra arkadaşlarla biraz daha eğlenmek istemişler ve gecenin bir vakti son hızla motor sürerken bir kamyonun çarpmasıyla abim ayrıldı bu hayattan. Hayallerine kurban gitti. O geceden sonra yüreğimde hep bir boşluk var. Ne yapsam bir nebze bile dolduramadım o kara boşluğu. Bundan sonra dolduramam.
Bir de babam tarafından fazla şımartılmış, bir dediği iki edilmeyen, istediği yere giden, istediğini giyen, istediğini yiyen, babamın kendini fazla yüceltmesiyle abim ve bana istediğini deme, istediğini yaptırma hakkına sahip olan bir ablaya sahibim. Annem ve babam evlendiklerinde bir çocuğa sahip olmayı çok istemişler ama babamın sağlık sorunları nedeniyle altı yıl boyunca çocukları olmamış. Artık umudu kesmeye başladıkları anda annem hamile olduğunu öğrenmiş. Ablam onların ilk çocuğu, ilk göz ağrısı. Bu yüzden ablam onların gözünde fazla değerli.
Ablam bizden çok farklı yetiştirildi. Küçükken, cumartesi günleri sahil kasabasının ilerisinde bir pazar kurulurdu. Babam her cumartesi ablamı elinden tutar pazara götürürdü. Bize de isterseniz gelin, isterseniz gelmeyin derdi. Tabii abim ve beni hiçbir zaman istekle götürmediği için çoğu zaman buna içerler, gitmezdik. Pazardan ellerinde meyve ve sebze dolu poşetlerle gelirlerdi. O poşetlerin içinde mutlaka çilek olurdu. Ablamın en sevdiği meyve. Abim ve ben de çok severdik ama yemezdik o çilekten. Yesek bile hevesimiz kırık olurdu. Çünkü o çilek ablam istediği için alınmış olurdu, biz istediğimiz için değil.
Ablam her zaman en gözdeydi, el üstünde tutulmuş nazenin bir çiçekti o.
Şimdi siz diyeceksiniz abin ve seni hiç mi sevmediler? Bizi de seviyorlardı elbet. Her şeyden önce evlatları olduğumuz için seviyorlardı ama gayet bariz bir şekilde ablama verilen değerin yarısını bile bize vermedikleri anlaşılıyordu.Varsa yoksa Beren'di babam için. Beren her şeyi en iyi yapar, Beren en başarılı, en becerikli, en çalışkan, her şeyi bilen... Ablamın dersleri abimden de benden de iyiydi. Her zaman birincilikle bitirirdi okulu. Onun bu başarısı da babamın gözündeki kıymetini katbekat arttırırdı.
Abimin dersleri pek iyi sayılmazdı, orta halliydi. Fazla çılgındı benim abim. Dersleri çok kafaya takmazdı. Hiç unutmam, abim lisedeyken Edebiyat sınavından düşük aldığı için bir gece babamdan yediği o acımasız dayağı. Bir okul çıkışı arkadaşlarla toplanıp eğlenmişler, eve bir hayli geç gelmişti o akşam. Daha bahçe kapısından girmeden yemişti suratına babamın okkalı tokadını. Sokakta kaldırımda yürüyen iki genç kız nasıl da gözlerini açarak bakmışlardı bize. Ben de 'Ne bakıyorsunuz, hayırdır?' diye çıkışmıştım onlara. Böyle dememle babamın 'Sen karışma her şeye, yürü içeri! Yoksa o çırpı bacaklarını kırarım.' demesi bir olmuştu. Öfke dolu simamla bir babama bir de o yüzü gözü tonlarca makyajdan görünmeyen kızlara bakmıştım. Babamın tehditkâr bakışları beni bulduğunda içeri geçince azar yiyeceğimi anlamıştım, kızların yüzüne hakim olan alaycı sırıtışla karşılaşmam da cabasıydı. Öfkeli adımlarımı mavi tahta kapıdan içeri atmıştım.
İçeri girip yemek sofrasını hazırlamıştım. O, yüzleri badanalı duvara benzeyen kızların abime alay ederek bakmaları ve üstüne üstlük yarım ağız gülmeleri benim çok ağrıma gitmişti. O gece saatlerce abimle dertleşmiştik. Gerektiğinde abi kardeş gibi, gerektiğinde iki dost gibi olabiliyorduk. Ah canım abim ahh..!
Kağıda dökülen siyah mürekkep değildi sadece. İçimdeki siyah sayfalı, acılarımın yazılı olduğu kitaptan birkaç satır da dökülmüştü. Biraz eski günlere gittim, biraz anılara sarıldım, biraz ağladım, biraz abi hasretiyle yandım. Ruhumun bir tarafı yeis renkli anıların soğukluğu ile üşüyor, bir yanı ise eskiye, sevgiye, samimiyete özlemle yanıp kavruluyordu. Çocukluğum iyi geçmese de özlemiştim. O zamanki saf ruhumu, masum kalbimi ve içten gülümseyişimi özlemiştim ben.
Tozdan görünmeyen yemek masasından yavaşça kalktım. Mutfağa gittim ve tezgahın üzerinde duran yarım bardak sudan birkaç yudum içtim. Ardından küçük mutfağımdaki balkona yöneldim. Dışarı çıkıp sessizliği dinledim. İçimdeki bağıra çağıra, haykıra haykıra ağlayan kızı daha iyi duyuyordum şimdi. O kıza sımsıkı sarıldım, okşadım saçlarından, öptüm onu. Ondan başka kimsem yoktu benim. Onun masum yüreğine sığınıp hep bir serzeniş halinde olan gözyaşlarımı serbestçe bıraktım gecenin kucağına.
Bölüm sonu...
Ani bir şekilde yazdığım ve öylece taslakta sakladığım bir hikayeydi.
Buraya kadar okuduysan ne mutlu bana ^^
Umarım beğenmişsindir.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TOZLU SATIRLAR | KISA HİKAYE
Short Story(Tamamlandı.) Keşke her şey küçük bir bebeğin yanlış ama tatlı bir telaffuzla ağzından çıkan bir kelime gibi, bir kedinin, bir köpeğin, bir kuşun veya herhangi bir hayvanın saf ve sıcak bakışlarındaki gibi masum olsaydı, masum kalsaydı. Nasıl bir ça...