Bu bölüm çaresizliği son noktasına kadar yaşamış olan Esen'e ithaf edildi.
Çaresizliği ve hüzünleri hissedeceğiniz bir okuma diliyorum.
«Tamam hayat, beni elmaslarla bezenmiş, mis gibi çiçek kokan emsalsiz bir bahçeye koyma ama ayaklarıma dikenlerin battığı, üzerime közlerin yağdığı bu bataklıktan çekip al...»
Sığındım korkularıma ve kaderin bana umarsızca attığı acı tokatları kendimden savurmak için bütün gücümle tuttum hıçkırıklarımı, o yorgun gözyaşlarımı, kuru dudaklarımdan çıkan o güçsüz sesimin imzaladığı öfke ve nefretle geçmişime itham ettiğim cümleleri.
Miskin ve aciz duygularımın sanki her saniye bana beddua eden geçmişin sayfalarında büyük bir kasırgayla beni oradan oraya sürüklemesine izin veremem. Benim içimdeki güçsüz yağmurlarla onlar ıslansın, sessiz feryatlarımla o sayfalar inlesin, görsünler karanlık bakışlarımı, onlar ölümün eşiğine gitsin, ben değil.
Ablam babama sertçe çıkıştı. Babam bile buna fazlasıyla şaşırdı, bunu bakışlarındaki o öfkeyle karışık şaşkınlıktan anlamıştım. Annem ise hiçbir şey demedi ya da diyemedi. Belki de bütün bunları bir kâbus sandı ve uyanmayı bekledi.
Geleceğimize, ruhumuza, sevgimize, içimizdeki az da olsa olan güven duygusuna geçmeyen mürekkep lekeleriyle izini bırakmıştı babam. Biz ise üstümüze zalimce püskürtülen o mürekkebi çıkartmaya çalışıyorduk bir ömür boyu. Maalesef ki biz ne kadar silmeye, o amansız lekeyi yok etmeye çalışsak o pis leke daha da dağılıyordu, bütün duygularımızın, sezgilerimizin, içinde karanlığı da barındıran gülüşlerimizin üzerini kaplıyordu.
Üzerindeki gri kabanın cebinden sigarasını çıkardı ve parmaklarının arasına alıp en umursamaz hâlini üzerine geçirip yaktı babam.
Kimse konuşmuyor. Sanki birileri gelip bütün kelimeleri lanetli bir kutuya hapsetmiş. Derin sessizlik... Sadece nefes sesleri, ağaçların rüzgarda hafif hafif dans etmesinin sesleri, denizden gelen yoğun dalga sesleri. O dalgalar bir anda gelse, bizi o maviliğin içine alsa ve yok etse.
"Beren kalk çay koy. Esen sen de git dışardan biraz odun getir."
Bu emirlerin karşısında ablamdan bir yanıt bekler gibi gözlerinin içine baktım. Ne kadar da aptalım ben, ne kadar da safım.
Sessizlik hâkimiyetine devam ediyor. Yanıt yok.
"Alo! Kime diyorum ben? İçerisi buz tutmuş, donarak ölmek mi istiyorsunuz?"
Sanki babamın yıllarca sigara içmekten morarmış dudaklarının arasından kayıp giden o son cümle annemin sinirlerini daha fazla içinde taşıyamamasına sebep olmuştu. Sanki o cümle ölü kadını uyandırmıştı, hem de en ağır, en dehşetli şekilde uyandırmıştı.
"Şu şöminedeki ateş mi ısıtacak bu evi? İçtiğin iki damla çay mı ısıtacak içime attığın o zalim buzları? Söylesene Yusuf, söylesene! Hiçbir şey olmadı mı sanıyorsun? Hâlâ karşında duran bu beyinsiz kadının saf ayağına yatacağını mı sanıyorsun? Lanet olsun senin gibi adama, lanet..."
"Lanet okuma be kadın!" diye gürlemişti evin içinde. Şimdi anlıyorum ki lanet okuyan annem değilmiş. Bir kurşun misali lanetlerini üzerimize sıkan babammış.
Soğuk parmaklarımın zulmüne daha fazla dayanamadı şu zavallı kalem. Ellerimden kaydı ve tozlu masanın üzerine oradan bir daha kalkmak istemiyormuş gibi uzandı. Kâğıt ağıtlar yakıyordu sanki. Sanki ona ağır yükler yüklemişim de bana darılmış gibi bakıyordu. Kalem suskun, kâğıt dargın, ben bıkkın...
Biraz daha dökülmeye, içimden bir şeyleri daha eksiltmeye, yılların tozlarını zaten tozlu olan bu masaya atmaya devam edebilir miydim? Bilmiyorum. Sakın beni gözyaşları içinde kalmışım gibi düşünmeyin, sakın hüngür hüngür ağlıyormuşum gibi düşlemeyin. En sakin mizacımı üzerime aldım ve makûs senelerin ciğerlerime sapladığı o bıçakların izlerini silmeye çalışıyorum. Çığırından çıkmış, azılı bir efsunla büyülenmiş acı dağların yangınını söndürmeye çalışıyorum. Ne yazık ki koca orman yangınını söndürmek için damla damla su döküyorum. Ben o ateşe hüküm edemeden o kederli ateş beni yakacak, küllerimi dahi yok edecek diye korkuyorum.
Daha birkaç dakika önce parmaklarımdan ayrılan kalemi yeniden elime aldım. Kimim vardı ki başka? Kim dinlerdi ki beni kâğıt ve kalemden başka? Belki de bu yazdıklarım kimselerin eline ulaşmayıp bu itici evin içinde çürüyüp gidecek benimle beraber. Olsun, çürüsün. Ruh enkazlarımı teker teker dışarı çıkarayım yeter bana. Onlarla mücadele edecek gücü yazarak tüketeyim. En azından yapayalnız bir şekilde ölüp gittiğimde şu gaddar dünyaya küçük de olsa bir iz bırakmış olurum. Kimse fark etmese de benim de bir izim olur.
Sonra ne mi oldu? Ne şömine yandı ne de çay demlendi. Herkes sükûnet duvarlarını ördü ve kendini o duvarların ardına hapsetti.
Bu can yakıcı atmosfere maruz kalmaya daha fazla içim elvermedi ve evin en sonundaki odaya, yani abimin yokluğundan sonra her gün sitemlerimi sergilediğim müzeye gittim.
İki eski kanepeden, bir gömme dolaptan ve bize anneannemden tek hatıra kalan, üzerinde bukağı motifi bulunan halıdan ibaretti bu oda. O zamanlar o motif ilgimi dahi çekmemişti. Hatta o motifleri fark etmemiştim bile. Çok sonradan öğrendim ki o motifler aşkı, aile bütünlüğünü, devamlılığını simgelermiş. Hayat sürekli benimle dalga geçiyormuş da ben her şeyi çok geç fark ettiğim için bunu da anlamamışım.
Camın kenarına geçip zihnimi rahatlatmak için denizi seyredecektim. Özümde yatan çelimsizliği çekip atardı belki hırçın dalgalar. Denizi, sıcak kum tanelerini, ardımızda heybetle duran dağı, gökyüzünün narin süsleri olan yıldızları, yerde duran solan yaprakları dost edinmiştim ben.
O gece böyle geçecek sandım ama olmadı. Ablam da geldi bu sessiz odamıza. O benim gibi içini dinlemiyordu, yıllarca yüreğinde taşıdığı eşsiz sevginin bir anda fena bir nefrete dönüşmesini içinden kusmaya çalışıyordu.
Birkaç saat daha sessiz bir pençede sıkışıp kalan evimiz mırıldanmalarla uyanmıştı kesif uykusundan. Annem bizim uyuduğumuzu düşünüp öfkesini babamın hain çehresine savurmaya başladı.
Acılarla yüreği dağlanmış o kadının dudaklarından dökülen her bir cümle şu dünyaya bıraktığı hiddeti, sitemi, güvensizliği dibine kadar yaşatıyordu. Bu dünyanın bazı insanlara borcu var. O insanların, her damlası kaderin gazaplı iplerinden alacağı olan gözyaşları vardı.
"Anlat Yusuf! Anlat... Bir bir doğruları önüme dökerek anlat."
İçine kalın zincirlerle bağlanmış da sürüne sürüne çıkıyormuş gibiydi annemin sesi.
"Nalan bir dur Allah'ını seversen. Ya sabır."
Aşkla başlamış bir masum evliliğe ihanet eden adamın kendisine bir kadının kalbinden emanet edilen en içten sevgiye hıyanet etmesi ve o hıyanetin, ihanetin kara gölgesine saklanarak hiçbir şey olmamış gibi eski geçimsiz hallerine devam etmesi ne kadar da acınası.
"Yetmedim mi sana? Yetinemedin mi benimle?"
Yetmedim mi?
Yetinemedin mi?
Kalemin ucunu kırarcasına, elbisesi tozlar olan masayı delercesine bastırarak yazmıştım depremlerle mücadele etmiş bir kadının çöküntüleriyle onaylanmış bu soruları.
Sonrası yine sükûnete mühür basan bir geceydi. Biz de o gecenin mahkûmları olan sönmüş yıldızlar...
Kalkmadım masadan, elimden bırakmadım kalemi, gözlerimi ayırmadım kâğıttan. Yazdıklarıma baktım ama onları okumadım. Çünkü gördüğüm şey sonsuz hüzünlere göğüs germiş ruhumun şu bitap kaleme bahşettiği vebal yüklü satırlar değildi. Geçmişin haşin renkli sahneleriydi.
Tamam hayat, beni elmaslarla bezenmiş, mis gibi çiçek kokan emsalsiz bir bahçeye koyma ama ayaklarıma dikenlerin battığı, üzerime közlerin yağdığı bu bataklıktan çekip al.
Yalvarırım gör çaresizliğimi.
![](https://img.wattpad.com/cover/245753207-288-k405247.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TOZLU SATIRLAR | KISA HİKAYE
Historia Corta(Tamamlandı.) Keşke her şey küçük bir bebeğin yanlış ama tatlı bir telaffuzla ağzından çıkan bir kelime gibi, bir kedinin, bir köpeğin, bir kuşun veya herhangi bir hayvanın saf ve sıcak bakışlarındaki gibi masum olsaydı, masum kalsaydı. Nasıl bir ça...