Hans Lindemann

421 27 21
                                    

 İnsanın hayat denilen karmaşanın içinde yaşaması ve hayatta kalması bir şans mıdır yoksa uyanıklığı mı kendini korumasını sağlayan? Sadece insan da değil, gördüğümüz ve göremediğimiz her bir canlı geçiyor bu sınavdan ta ki ölene kadar. Ne kadar çok yaşarsa o kadar saygınlığı artar ister istemez. Her nasılsa diğerlerinden daha çok şahit olmuş bu bit pazarına, daha çok aşina. Bir sonraki adımda ne olacağını kestirme olasılığı daha yüksek. O uzun ömürlülüğe giden yolda yemeklere, güvenli yere, çoğalmaya giden kısaltmaları ve daha tehlikesizlerini gösterebilir diğerlerine. Ama bunun şans mı, uyanıklık ve akıllılık mı olduğu gerçeği bazı durumlarda kafa karıştırıcıdır. Örneğin deniz kaplumbağalarının hikayesi insanı düşündürüyor. Kaplumbağalar deniz sahiline yakın yerlerde kumların içine gömer yumurtalarını, sonra sonsuz okyanusa atarlar kendilerini yavrularını tecrübelerinden ve korumalarından eksik bırakarak. Soğukkanlı canlılar, belki de sıcak olmayan kalplerinde sevgiyi hissetmediklerindendir, belki de başka türlü yapma seçimleri olmadığından. Sonra küçük tatlı yavrular yumurtalarından çıkmaya başlar bir anda. Toplu bir şekilde kardeşçe denize doğru ilerlerler şevkle. O an en büyük amaçları okyanusun güvenli kollarına ulaşmaktır. Ne yazık ki yumurtadan çıktıkları beşiklerinden suya ulaşmalarına kadar yarısı mideye indirilir karnını doyurmak isteyen deniz kuşları tarafından. Yarısı ulaşır suya. Bu tatlı canlıların büyük bir kısmı daha bir yaşını doldurmadan okyanusun sonsuz kucağında can verir. Sahile bırakılan yumurtaların sadece yüzde birinin kabuklarından yetişkin bir kaplumbağa olabilecek bebek çıkar. Burada düşünmeden edemez insan, suya varana kadar yem olmaktan kurtulan, sonrasında çoğu gibi okyanusta da telef olmaktan kurtulan o yüzde birlik kesim bebek kaplumbağa şanslı mıydı, yoksa uyanık mı? Daha yeni doğmuş olduğu için uyanık olması gerçeği garip olabilir. Öte yandan şansın da kendimizin yine kendimiz için yarattığı, bir sıra çabalar sayesinde ortaya çıkmış fırsatlar yığını olduğunu savunacaktır bir çok insan. Bunların hangisinin ne oranda doğru olduğunu ortaya çıkarmak için bir dizi bilimsel çalışmalar, laboratuvar deneyleri, genetik mühendislerinin, filozofların çabaları gerekli olabilir. Ki bunu kimse bu derecede umursamaz. Ancak doğru olduğu bilinen bir şey buydu ki insanlar savaşlarda aynı o küçük ve savunmasız kaplumbağalar gibiydi. Hepsi yaşamın koynuna doğru koşuyor ama çoğu yoldayken avlanıyor. Büyük çoğunluğu için şansın etkisi söz konusuydu. Şansın yüzlerine gülmesi ya da onları es geçmesi hayatı, hayatta kalmayı belirliyordu konfor alanlarının dışında, savaşın ortasında. Çoğu insan da sonuna kadar yaşamak ister tabii. Daha uzun, daha fazla. Uzun yıllar boyunca yaşamak yine acıyı ve sevinci aynı oranda tatmaya devam etmek değilmiş gibi.

Yine de yaşamak güzel. Hayatının kimsenin elinden almaya hakkı olmadığı gerçeğinin hakikat olması güzel. Sıcak, hoş duygular içinde, küçük evin çatırdayan ocağı karşısında ailelerin sevgiyle toplanması güzel. Ocak olmasa da bir ailenin olması da öyle. Yanında olmaya da bilir. Uzakta nefes aldığını bilmek güzel. Ne yazık ki insanlığın başlangıcından beri bu lüksler herkese nasip olmaz. Benliğinde içindeki yalnızlık karşısında boşluklar oluşur bazı insanların. Ya çırpınışlar ya da boş vermişlik doldurur. Vücut her nasılsa karamsar ruhun şeklini almaya çalışır. Bu bir kabullenişidir insanın hak etmeden çektiği tüm acıların, ve ya çektiği cezaların. Vücut, ruh kabul etse de istediği kadar, gözler arama içindedir durmadan. Solgun, küçülmüş ve yuvasının içine çökmüş gözler "belki bir umut" diyerek bir ışık aramaktadır hep. Belki bir umut. İyi mi kötü mü bir kavram olması tartışmaya açık olan bir umut...

Yüzbaşı Hans Lindemann'ın gri gözleri de tüm varlığının teslim olduğu, şikayet ve isyan etmekten bıkmış tüm varlığına karşı koymuştu onun. Meydanın ortasında mutlak bir umursamazlığın getirdiği hissizlik içinde(her zaman olduğu gibi) dururken gündüz güneşinin keskin ışıkları altında, birden bir çocuğu kurtardığını görmüştü kahverengi saçlı, beyaz tenli dudakları pembe olan kızın. Ama dikkatini çeken şey onun güzelliği değildi sadece. Kızın içindeki bir şeyler merakını uyandırmıştı. Askerlerin önünde korku, heyecan, sonra mutluluğun sebep olduğu hızlı kalp atışlarını kendi kalbinde hissettiğini sanmıştı. Çocuğa sarıldığı an gözlerinden süzülen yaşları parlatıyordu güneş. O an kolaylıkla gülümsemeyen yüzünde dudağının bir kenarıyla bir anlık hafif gülümseme belirip hemen kaybolmuştu. Anlamsız bir mutluluk hissetmişti yine bir saniye süren. Gözlerini ayırmadan izlerken bu manzarayı bir çift yeşil göz de onun gözleriyle karşılaşmıştı. Bu Fransız kızının ruhunun derinliklerini görmek istemişti hemen. Güzel gözleri bir pencereydi.

Paris'e gidip döndükten sonra tekrar karşılaşmıştı onunla. Zıt yönlere giderken kısa bir süreliğine görebilmişti. Ve şimdi yine beklenmedik bir anda garip bir şekilde çıkmıştı karşısına. İyi ki de çıkmıştı, yoksa bir daha onu göremeyebilirdi. Hiç tanımamasına, adını bile bilmemesine rağmen sanki bir bağ vardı aralarında. Onun hiç kimsesiydi bu zavallı kız. Korumaya karar vermişti onu buna rağmen. Yıllardır derin bir acıya mahkum olmuş, zamanla bu acı yerini boşluğa, hiçliğe bırakmıştı. Hissizleşmiş ruhunda şimdi bir sıcaklık hissediyordu bazen. Boş vermişliği yıkılabiliyordu onun sayesinde. Yıllar önce yaptığı hatayı tekrarlamak istemiyordu yine. Korumalıydı o kızı artık. Her şeye rağmen korumalıydı. Bu Fransız kız ondan, Alman askerinden nefret etse de korksa da koruyacaktı onu. Tıpkı onun küçük çocuğu koruduğu gibi...

***

Bir dakika boyunca ayrılmadı evin önünden. Gözlerini bir noktaya dikmiş, öylece duruyordu. Boşlukta duruyordu sanki, karmaşık görüntüler arasında süzülüyordu düşünceleri. Yürümeye başladı yavaş yavaş. Karanlık sokakların derin sessizliğine gömülerek yaşadığı eve doğru yürüyordu. Şimdi Almanların kasabadaki askeri üslerinden birini yaptıkları şato gibi büyük bir villaydı yaşadığı yer. Yürüdükçe geçmişe gömülüyordu. Karısını öptüğü, küçük bebeğini kokladığı anları canlandırıyordu kafasında. Gözlerini kapatıp o anlara dönmek istiyordu tekrar. Artık acı çekmiyordu. Sadece onları özlüyordu. Kendini suçlamaları da ilk zamanlardaki gibi değildi. Kabullenmişti, kendi suçuydu onların bu hayattan gitmesi ve bunu değiştiremezdi. Son kez nasıl göründüklerini hayal ediyordu. Onun için karısı ve bir yaşındaki oğlu hep öyle kalacaklardı çünkü.

Beş yıl önce ailesiyle mutlu bir gün geçirmişti. Her bir yaşındaki çocuğun yapacağı tatlı yaramazlıklar yapıyordu küçük Albert. Annesini ve babasını yormakla birlikte her bir hareketiyle mutluluğu hissetmelerine neden oluyordu fark etmeden. Karısı Liesel açık bıraktığı sarı saçlarıyla mutfakta yemek hazırlıyordu. Hans ertesi gün sabah erkenden başka bir şehirde görevde olduğu askeri üsse gidecekti. O gün hiç aklına gelmemişti sevdikleriyle geçirdiği son günün bu olduğu. Görevine iki üç gün sonra da dönebilirdi. O zamanda kadar izni vardı. Liesel çok ısrar etmişti son güne kadar kalması için. Ama Hans kabul etmemişti. Şimdi ne olduğunu bile hatırlamadığı önemli bir işi vardı hiç geciktirmek istemediği.

Sabah yola çıkmıştı Liesel'ın son ana kadarki tüm ısrarlarına ve isyanına rağmen. O işini halletmişti üsse vardığında. Rahat uyumuştu gece. Sabah gün doğduğunda onun için sonsuza dek gün batmıştı artık. Bir telefon geldi ve Hans gece güzelce uyurken karısının ve oğlunun aynı gece çıkan yangında öldüğünü öğrendi. Yangına neyin sebep olduğunu öğrenemediler. Hans Lindemann bu acı, öfke, özlem ve vicdan azabı duyguları içinde yaşamaya başladı. Liesel'ı dinleyip birkaç gün daha geçirseydi biricik evinde her şey farklı olurdu. Belki uyurken Liesel'ın yorgunluk ve uykusuzluktan kapatmayı unuttuğu ocağı kapatır, belki yangının çıktığı ilk anlarda bunu fark ederek söndürür ya da onları sağ salim evden çıkarmayı başarırdı. Sonra da bu felakete rağmen Albert'e sıkıca sarılmış karısının ona hüzünlü bir tatlılıkla şakalaşarak "Tatlım, Hans, sen de bu gün gideceğim diye tutturmuştun, gitseydin belki dönüşte bizi bulmayabilirdin. Demek ki her zaman beni dinleyeceksin bundan sonra" demesine şoktan hala ayılmamış bir şekilde onu ve çocuğunu kolları arasına alarak "yangın çıktı, sen hala şaka yapıyorsun, hayatım" derdi.

DÜŞMANLA DANSHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin