Güzel Bir Gün

341 21 19
                                    


 On gün geçmişti korkunç gecenin üzerinden. Madam Laurent iyileşiyordu gün geçtikçe. Alita da nihayet öğrencilerine ders vermeye dönmesi gerektiğine karar verdi annesi iyileşmeye başlayınca. Ve iç sıkıntısından da uzaklaşmak istiyordu artık. Günler önce yaşadığı korkunç gecenin anıları canını sıkmaya başlamıştı. Panik, korku, endişe-tüm rahatsız edici duygular onu esir almış, bayılana kadar dövmüştü sanki. Eve döndüğünde annesiyle ilgilenmeye başlamış, çay, sıcak çorba yapmış ve sabaha kadar annesinin başının ucunda beklemişti. Eve girdiği an aklından silmişti yüzbaşıyı. Düşündüğü tek şey annesiydi. Ama birkaç gün sonra annesi tehlike anlarını atlatınca aklını meşgul etmeye başlamıştı Alman subayı. Onunla bir daha karşılaşmamak istiyordu. Tamamen yok olmasını istiyordu, hiç var olmamış gibi. Diğer işgalcilere karşı duyduğu nefretten farklıydı ona olan nefreti. Mide bulantısı, can sıkıntısı da vardı yanında. Diğerlerinden korktuğu gibi korkmuyordu da ondan, en azından kendisine evine kadar eşlik edip karşılaştıkları devriyelerin vereceği ölümden koruduktan sonra. Bir zararı dokunmamıştı Alita'ya. Subayla daha önceki karşılaşmalarında da can sıkıntısına sebep olan bir şey fark etmişti yüzünde. Ne olduğunu anlayamıyordu hala. Keskin ve güzel yüz hatları, kumraldan daha çoksarıya yakın saçları vardı. Aslında rahatsız edici bir yüze sahip değildi,aksine çekiciydi. Ama buna rağmen rahatsız ediciydi onu görmek, yüzüne bakmak. Belki de gözleri gibi bakışlarının da gri olmasıydı. Onu her gördüğünde hafif çatık duran kaşları, hep çektiği acının simgesiydi sanki. Göz göze geldiklerinde bir şey anlatmak istiyormuşçasına bakışlarını yakalayıp bırakmıyordu.

Ona daha çok nefret etti olanları düşündükçe. Burada olmasından nefret etti, Alman olmasından, asker olmasından nefret etti. Adamın henüz anlamadığı duygularından ve düşüncelerinden nefret etti. Öfkeyle doldu içi. Ne hakla ona yardım etmişti ki? Tehlike kaynağı zaten kendisi ve diğer faşist arkadaşları değil miydi, gece onu ölümden korumaya kalkmıştı şimdi? Buna hakkı yoktu. Bu kasabada, bu ülkede, Fransa'da olmaya da hakkı yoktu, Alita'yla iletişim kurmaya da. Ona zarar vermeye de, yardım etmeye de. Ona bakmaya, onunla konuşmaya, onu düşünmeye bile hakkı yoktu. Bu düşünceler içinde çıldıracak gibi oldu kız. Öfke aldı götürdü onu kavurucu bir rüzgarın içine. Elinde olsa tüm faşistleri öldürürdü.

Öğrencilerinin yanına gidip onlarla ilgilenmesi kafasını dağıttı genç kızın. Anlattığı derslere ve öğrencilerine odaklandı. Günler hızlı geçmeye başlamıştı. Bazen o kadar yoğun oluyordu ki dersler, ev işleri, küçük bahçeleriyle, düşüncelere dalacak zamanı bile olmuyordu. Böylece birkaç hafta geçti ve bu sürede hem annesi tamamen iyileşti, hem de Alita'nın sinirleri yatıştı.

                                                                                        ***

Camille ile ders günüydü. Küçük kız her zamanki gibi tüm ödevlerini eksiksiz yapmış, öğretmenini anlattıklarını havada kapmış, sonrasında da dersle ilgili olan, olmayan bir sürü soru yağdırmaya başlamıştı Alita'ya. O da bu soruları cevaplamaya çalışıyor, bu çocuğun bir mucize olduğunu düşünüyordu. Bazen kendisinin çocukluğunu düşünüyordu. Kendisi de mi böyleydi çocukken, hatırlamaya çalışıyordu. Evet, o da derslerini severdi, babası ve abisiyle olan anıları geldi aklına. Eğlenceliydi. Babası bir şekilde bunu eğlenceli yapmayı başarmıştı. Şimdi farkında olmadan kendisinin de babası gibi bir öğretmen olduğunu fark etti. Bir gülümseme kondu yüzüne. Ama Camille ile çok benzerlik yoktu aralarında. Camille gibi heyecanlı değildi Alita, ne şimdi ne de çocukken. Daha sakindi.

Ders bitti ve kız gitmek için hazırlanmaya başladı. Bu sırada ders yaptıkları odanın kapısı tıklatıldı ve Luc içeri girdi izin alarak. Camille hala konuşuyordu durmadan. Şimdi derslerle ve merak ettiği farklı şeylerle ilgili sorularını bitirmiş, tanıdığı bazı insanlar hakkında dedikodu yapmaya başlamıştı. Abisi onun havadan sudan konuşmaya başladığını görünce dersin bittiğini anladı.

"Ben de dersin ne zaman biteceğini öğrenmeye gelmiştim, anlaşılan ders bitmiş de Camille seni zevkli sohbetleriyle meşgul etmeye başlamış." Bunu söylerken kız kardeşine bakarak gülümsedi. Sonra ekledi:

"Sakin ol, tatlım, şimdi her şeyi anlatırsan gelecek sefer ne yapacaksın, hiç dedikodu yapmadan bir ders nasıl biter?"

Camille bunun altında kalmadı ve gururla karşılık verdi:

"Sen hiç merak etme, Luc, ben yeni bir şey bulurum."

Küçük kız abisini de, öğretmenini de eğlendirmişti. Gülüp eğlendiler, sonra Alita gitmek için kalktı. Luc da onunla birlikte çıktı. Kızla konuşmak istiyormuş. "Ben de seninle çıkayım, hem gitmem gereken bir yer var, hem de seninle konuşmak istiyordum, uzun zamandır nasıl olduğunu bile sormaya vaktim olmadı" dedi.

Evden çıktılar, yürümeye başladılar kızın evine doğru. Gök yüzü sık bulutlarla kaplıydı, yer yer boşluklar vardı. Güneş bu boşluklardan sızıyordu dalga dalga ve bir ok gibi. Hoş bir görüntüydü bu. Genç adamla kız da bu manzaranın içinde kaybolarak yürüyorlardı. Bir ressamın tablosunda kalabalıkta diğerlerinden ayırt edilmeyen ama dikkatle bakılırsa o kalabalıktaki her insanın olduğu gibi bir hikayeye sahip gibi.

Eskiden olduğu gibi edebiyat ve sanat konusunda çok konuşmuyorlardı artık. Daha çok günlük kaygılar, ülkede olan biten, savaş almıştı edebiyatın ve sanatın yerini. Luc Roussel eskisi gibi güler yüzlü değildi. Tabi somurtmuyordu ama kaygılar peşini bırakmıyordu. Savaş gülümsemesini söküp almıştı yüzünden. Kimden almamıştı ki sanki?

Havanın güzel olması Alita'yı iyi hissettirmişti ve bunu vurguladı:

"Sokaklar ne güzel görünüyor bu gün, hava da çok soğuk değil."

"Gerçekten bu soğuk mevsiminde güneş bu gün için iyi tarafından kalkmış" dedi Roussel, her tarafta göze çarpan askerlere baktı, gözlerinde nefret kıvılcımları parlıyordu, iç geçirerek ekledi: "Bir de sokaklarımızın, hayatımızın sahibi olsaydık Fransa'nın en güzel günü olabilirdi"

"Aklıma okul zamanlarım geldi. Gabriel'le okuldan çıkıp koşarak tüm kasabayı dolaşırdık neredeyse, bazen bugünkü gibi havanın güzel olduğu zamanlar eve erken dönmek istemezdik, ağaçlardan birinin altında oturur kitaplarımızdaki hikayeleri okurduk." Alita tatlı bir hüzünle özlediği geçmişinden bir anıyı anlattı Luc'a. Tekrar o günlere dönmek ne güzel olurdu.

"Paris'te yatılı okulda okudum ben, biliyorsundur. O yüzden bu kasabada yaşıtlarımı çok tanımadım. Gabriel ile de tanışmadık hiç. Ama bazı arkadaşlarım tanıyordu onu. İyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu biliyordum. Demek ki doğru duymuşum, hikayeleri severmiş."

"Evet, kendi hikayelerini de yazıyordu hem. Evde hikaye defterleri var. Onu özlediğimde açıp okuyorum."

"Hala bir haber alamadınız mı ondan?"

"Hayır, en son İtalya'ya gittiğini öğrendik, sonra hiçbir şey. Ne mektup gönderdi, ne bir haberini alabildik."

"Endişelenme, iyi kalpli Alita'cığım, şu an İtalya'da ortalık karışmadı henüz. Tabi yarın ne olacağını bilemeyiz, Almanya ile müttefikler sonuçta. Ama Gabriel için zor değildir orada olmak. İtalyanca da biliyordu zaten, değil mi? Hem mektup göndermek de zor iş. Ya faşistlerin eline geçerse, size de zorluk çıkarırsa? Dikkatli davranmaya çalışıyor bence."

Sakince dinledi Luc'u. Düşünceliydi. Hak verdi ona. Hak vermek istedi.

Eve yaklaşıyorlardı. Roussel sordu:

"Annen nasıl? Sağlığı daha iyidir şimdi umarım."

"Şimdi daha iyi. İyileşti neredeyse. Teşekkür ederim."

Luc Roussel, Alita'nın annesinin hasta olduğu dönemde onları birkaç kez ziyaret etmiş, bir ihtiyaçları olup olmadığını sormuş her ziyaretinde, sormasa da zaten geldiğinde bazı erzaklar alıp getirmişti. Alita bunun için mahcup oluyordu ama o da arkadaşlığın bunu gerektirdiğini söyleyerek konuyu kapatıyordu.

"Madam Laurent'e selamımı ilet, en kısa sürede ziyaretine gelirim yine" dedi Roussel ve evin önünde ayrıldılar. Alita eve girdi, o da yoluna devam etti.

DÜŞMANLA DANSHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin