İnsan burnunun bir yerden sonra sürekli aldığı kokuya karşı duyarsızlaştığını söylerlerdi. Beyin bir yerden sonra bu kokuya bağışıklık kazanırdı ama o kokudan bir süre uzak kaldıktan sonra tekrar birkaç dakika belki de birkaç saat sonra impuls uyarısı yine dururdu o kokuya karşı ama bu pis kokuya iki buçuk aydır alışamamıştım. Küf ve rutubetin o ağır, mide bulandırıcı kokusu o kadar yoğundu ki burnum bu kokuya aşinalık kazanmayı katiyen reddediyordu. Her gün uyandığımda kendimi parlak güneş ışığıyla çevrelenmiş odamdaki lavanta kokularını içime çekerek uyanacağımı düşleyerek uyanıyordum ama her güne korkuyla ve uyku için yalvaran bir şekilde açıyordum kan oturmuş gözlerimi çünkü burada güvende değildim. Onlarca pis suça karışmış benimle yaşıt ve çoğu da benden büyük olan bu adamların içinde huzursuzdum. Kendimi onlara yedirmediğim için benden nefret ettiklerini biliyordum ve bu yüzden daima tetikte olmak zorunda hissediyordum.
İki buçuk ayda asla verilmeyecek hızla kilo vermiştim bu yüzden olmalıydı ki kendimi daima yorgun ve bitkin hissediyordum. Gözlerimi açmakta sürekli olarak zorlanıyordum ve kafamın içi daima sisliydi. O kadar kirli bir sisti ki kafamın içindeki her bir hücreye bu sisin içindeki tozlar yapışıyor, küçük taşçıklar çarpıyordu. Ayakta kalmak artık bir zulümden fazlasıydı benim için ama buradaki pisliklere kendimi yediremeyecek kadar da gururluydum. Gülümsemek şimdi benim için sadece benden daha berbat durumdaki annemi teselli etmek için bir araçtı. Dudaklarım yanlara kıvrılırken bile acıyla titriyordu, kaslarım yorgunluktan bitap düştüğü için asla kabul etmiyordu hareketlerimi ve mimiklerimi. Bende onlara istediklerini veriyordum ama yatarken bile yorgundum. Bir insan hiçbir şey yapmadan nasıl her şeyi yapmış gibi yorgun düşerdi ki? Düşünmek beni mahvetmişti; kirpiklerim buluştuğunda, dudaklarımdan soluğumu bıraktığımda bile omuzlarıma bir ağırlık çöktüğünü hissediyordum.
Bugün görüş günü olduğu için içeride bir curcuna vardı, bayramlıklarını giymiş çocuklar gibi oradan oraya koşuşturuyorlardı. Bense sadece yatağımda cenin şeklinde onları izliyordum. Aklıma getirmemeye çalışsam bile annemin gelemeyeceğini biliyordum. Bana kanser olduğunu ilk söylediği zamanı her hatırladığımda tüy köklerimin kabarmasına engel olamıyordum ve bedenimi amansız bir titreme esir alıyordu. Bu kadar kısa sürede çökmesinin nedenini üzüntüsüne bağlamıştım ama aklıma kanser olabileceği ihtimali hiç gelmemişti. Kanserdi benim annem. Gülünce gözlerimin önünden cennetin geçtiği, yüzü dünyalara bedel annem; benim yüzümden eşini kaybetmiş ve kanser olmuş güzel kadın... hayatını mahvetmiştim onun. Hayatıma aldığım tek bir insan tüm ailemi telef etmişti. Eğer onu hayatıma hiç almamış olsaydım annem sağlıklı ve mutlu olacaktı, babam hala hayatta ve şen kahkahalarıyla annemi güldürüyor olacaktı ve işte o zaman hayatı tek mahvolan kişi ben olurdum belki de. İçimdeki bu boşluk hissine ve yalnızlığa dayanamayıp kendimi her şeyden soyutlardım ve hayatımdaki tek somut şeye, acıma, tutunurdum ama en azından herkes mutlu olurdu.
Gardiyan içeridekilere seslendiğinde burnumdan soluyup sırtımı döndüm ve duvara bakmaya başladım. Tedavisiyle ilgilenmesini istediğim ve yorulmaması için anneme görüş günlerine gelmemesini söylemiştim. Eğer olur da buradan kurtulursam onu zaten asla yalnız bırakmayacaktım ama şimdi buraya gelerek acısına acı katmasını ve mahvolmuş halimi görmesini istemiyordum. Yeterince kaybolmuştum ve savaşın bitiş borusu yeni çalmıştı. Kendimi uğruna savaşılan bir eser gibi hissediyordum ama zaten sorun buydu. Bir taraf ganimet niyetine bana koşarken sevilip sarmalanacağımı sanmıştım, acı gerçekse büyük savaşın kan kokusunun arkasına saklanmıştı. Yeni yuvam için hazırlık yaparken üstüme saldırıp her yerimi paramparça eden savaşçılarla gerçeği görmüştüm. Savaş yaşamayana tatlı geliyordu.* Bir insanla mücadele etmenin bu kadar zor olacağını tahmin edemezdim, binlerce kişilik ordularla savaşacak kadar güçlü hissedip yüreğimle savaşamamam acizliğimdendi, çaresizlik kanıma bir zehir gibi işlemişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bloody Memory|Yi Zhan
Fiksi PenggemarKirli kanını kalbime ilk akıttığında on altı yaşında bir çocuktum. Vücudum o kanı benimseyip onunla büyüdü, onunla gelişti fakat sen beni büyüttüğünü sandığım bu zehri bedenimde her geçen gün daha da benimserken bile yanımda değildin, Yibo. Zehrini...