altı

972 142 100
                                    

altıncı bölüm: bir, iki, üç: atla!

kamp çadırları ve piknik yapmak için yerlere serilmiş gülüşen insanlar arasında etrafa bakınmak için kısa bir süreliğine yanımdan ayrılan jongho'nun arkasından baktım. büyük ihtimalle çevrede arkadaşı var mı diye bakacaktı, beni arkadaşlarıyla tanıştırma düşüncesinde ciddi gözüküyordu.

uzaklaşması işime gelmişti.

eski kelebek uçurumuyla alakası olmayan yeri inceledim. gerçekten de değişmişti. etrafı incelerken jongho'nun bahsettiği tel gerilmemiş yer çarptı gözüme. yavaş adımlarla ilerledim oraya. teli geçip dibine kadar yaklaştım uçurumun. kulağıma gelen insan sesleri tek tek yavaşça silindi. yalnızca dalgaları görüyordum şimdi, sadece onların sesi vardı. buradaki tek insan bendim.

korkuyor muyum diye kendimi yokladım. şaşırtıcı şekilde içimde küçücük bir korku bile yoktu.

o suların içine çakılmak dedikleri gibi beton etkisi mi yaratırdı? buradan atlasam biri beni kurtarmadıkça ölümüm kesindi. sahip olduğum onca yetiye rağmen yüzme bilmiyordum, sudan hep korkmuştum. ama şimdi, o korku bile kendisini belli etmiyordu. niye etmiyordu?

ben o kadar çok mu ölmüştüm? hiç kurtarılmayacak kadar mı? burada kaldığım birkaç gün boyunca kendimi bir nebze mutlu hissetmem hâlâ umut olduğunu göstermez miydi? benim içimde yaşama isteği var mıydı?

kendime sorduğum onlarca sorunun arasında babaannemi, jongho'yu düşündüm. her şey iyi gidiyor gibi gözükürken bir anda buraya atlamam onları çok mu üzerdi? cevabı biliyordum, yıkılırlardı. jongho, büyük ihtimalle kendini suçlayacaktı. intihara meyilli birini o kadar tehlikeli bir yere götürdüğü için salak gibi hissedecekti. bana güvendiği için kendine kızacaktı. daha sonra ben; gideceğim yer gibi, jongho'nun da hayatını cehenneme çevirmiş olacaktım. onaylamazca salladım başımı.

eğer illa yapacaksan burada değil kang yeosang. jongho, bunları yaşamak için fazla masum.

insanların sesi kulağıma geri gelirken hipnozdan çıkmış gibi dalgalardan ayırdım gözlerimi. gitmek için arkamı döndüm. yanında birkaç kişiyle gülerek bana gelen jongho'yu gördüm. ben de ona gülümsedim.

ne olduysa o zaman oldu.

siyah saçlı bir çocuk bana doğru koşarak gelirken bağırıyordu.

"bir, iki, üç: atla!"

elimi tuttuğunu hissettim.

kendisiyle beraber beni de uçurumdan aşağı çekerken düşünüyordum.

bu... benim suçum değil, değil mi?

ağır çekimde düşüyorduk sanki, çocuğun siyah saçları bakış açıma girdi.

sonuçta atlamayı ben istemedim ki. ben... bu niyetimden vazgeçmiştim.

çocuğun yüzünü gördüm. ince parmakları bileğimden yavaşça çözüldü.

demek ki gerçek zamanı buymuş. babam da üzülür mü? bir nebze olsun pişman olur mu? lütfen... birazcık...

soğuk suyun vücuduma çarptığını hissettim. canımı acıttı.

benim yüzümden çok sevdiği kelebek uçurumu jongho'nun aklında hep kötü bir yer olarak kalacak.

batıyordum. nefes almak istedim.

nefes alamıyorum.

kollarım ve bacaklarım istemsizce hareket etmeye başladı.

neden çırpınıyorum? hayatta kalma içgüdüsü mü?

bir, iki, üç: atla! - seongsangHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin