*14| Kumaşların Altına ve Öfkenin Ardına
Dudaklarımdaki gülümsemeyi sarsan, benimsemeye çalıştığım ve en sonunda da hayatıma dokunacak olan rolümde deprem etkisi yaratan gerginliğimi unutmaya çalışırken tüm dikkatim elime, parmaklarımın sardığı parmaklarına kaymıştı. Bedenim o noktayı sıkıca tutarken zihnim de farklı bir yolla tırnaklarını ona geçirmeyi deniyordu. Ölümsüz bir beden, diye düşünüyordum. Ölümsüz ve genç bir beden. Öyleyse parmak uçları neden bu kadar pürüzlü? Her defasında bunu fark etsem de ilk defa sorgulama nedeni duymuştum.
Benim ellerim de pamuklar kadar yumuşak veya saten bir kumaş gibi pürüzsüz değildi. Yara izlerim, kırık tırnaklarım ve tenimde etrafa takılan pürüzler vardı. Bu konuda birbirimize böylesine benziyorken ürperdim, içimde bir ses ise korunma içgüdüsü ile inkar etmeye devam etti. Birini öldürürken olmuştur, diye söyledi. Yada kalabalıktan böylesine kaçarken, kuduz bir köpek gibi etrafına dişlerini gösterirken ve tüm bu yalnızlığı içinde her zaman her ne yapıyorsa nedeni budur.
Ama bu doğru hissettirmiyordu.
Yaşadıklarımdan, hayatta başıma gelenlerden, bu kötü kaderimden sonra herkese ve her şeye öfkeli, peşin hükümlü ve saldırgan olmam gerektiği halde benim olamadığım şey olmuş adama bakarken... Onun sürekli bastırdığı, içinde tutmak için dışarıdan her daim katı ve gergin olduğu öfkesini, saldırganlığını görebiliyorken doğru hissettirmiyordu. Kai için kendimi kötü düşünmeye zorladığım her seferde kalbim zihnime isyan ediyor, aykırı benliği ile aksini iddia ediyordu. Belki de kendince bir nedeni vardır, diyordu. 'Benim ne yaşadığımı biliyorsun.' diyerek tıslayan kalın sesini bir kanıt gibi öne sürüyor ve onun ne yaşadığını sahiden de bilmediğimi gözlerime sokmaya çalışıyordu.
Onun kalbinin taç takmış tek kralı olabilecek olmanın gözümde hiçbir değeri yoktu. Dudaklarından dökülenler birer yalan, birer göz boyama olmasalar ve tüm içtenliği ile duyulsalardı dahi bir değeri olmazdı. Onun kalbi soğuktu, bomboştu ve bir başıma kalacağım bu yerde sefil bir hırsız olmak ile başında kırmızı ışıltılarla parlayan yakuttan tacının ağırlığıyla gezen bir kral olmanın hiçbir farkı yoktu.
Sahte tebessümlerle geçen tanışmanın ardından gelen yemek fazlasıyla can sıkıcı ve geçmek bilmez bir sürede bitti. Kabalık yapmaktan korkarak, en çok da onların da bana bakmasından korkarak gözlerimi nadiren masadan kaldırdım. Hiç acıkmamış olmama rağmen sık sık tabağımdakilerle oynayarak, yemeği küçük parçalara bölerek ve yutmadan önce ağır ağır çiğneyerek yedim. Buna rağmen birkaç defa konuşma bana döndü.
Kai'ın sağında ve onun soluna oturmuş Tonal'ın karşısında, aynı zamanda da inanılmaz derecede ruhsuzca gezen Nagual'ın yanında oturuyordum. Anneleri sağ çaprazımda kalırken gözlerinin ince çizgisi birer bıçak gibi bedenime saplanıyordu, buna rağmen konta bakarken yüzünde hayran bir parıltı, aç bir tavır oluyordu. Onlar da avcı sınıfına giren yaratıklardı, saygın ve anladığım kadarıyla zenginlerdi de. Neden Kai gibi agresif, kara bir kutu kadar kapalı birini ailelerine sokmak istiyorlardı ki? Yaşadığı yer uzaktan güzel olmanın yanında içinde yaşamak istemeyeceğiniz bir yerdi, ihtiyacınız olan her şeyi içinde bulabilecek olsanız da bu ihtiyaçlar sıcak güneş ışığı, sohbet edecek başka bir ses ve sizi sevebilecek birileri olduğunda bir uçurum kadar uzak durulması gereken topraklardı.
Belki de onun sosyal statüsünü ele geçirmek istiyorlardı ama bu da tamamen doymamanın getirisi olabilirdi. Evet, Kai bir şekilde kraliyete kadar sızmış ve dilerse tekrar başkentte, saraylarda, ona hizmet edecek kişiler içinde yaşayabilirdi. Sorun şuydu ki, istemenin yanına dahi yaklaşmıyordu.