Fuara gitmemin üzerinden tam dört gün geçmişti. Bu süre zarfında dışarı adımımı atmayı bırakın, bahçeye bile çıkmamıştım. Tek yaptığım şey, kurulu bir robot gibi verilen görevleri yapmak ve sadece ders çalısmaktı. Hayatım dışarıdan göründüğünün aksine oldukça berbat ilerliyordu. Artık saman tadı vermeye başlamıştı monoton sabahlarım, uykusuz gecelerim. Nefes almak, sağlıklı besinler tüketmek ve uyumak dışında farklı şeyler yapıp deneyimlemek istiyordum. Ve bunun için ilk adımı atmam gerekliydi. Babamı eve piyano alması için ikna edecektim.
İzin verir miydi pek emin değildim. Çünkü düşünce tarzlarımız birbirine oldukça zıt yönlere sahipti. Ben müziğin her türlüsüne aşk duyuyorken, o tamamen zaman kaybı olduğunu düşünürdü. İlkokula giderken öğretmenimin aldırdığı flütü gürültü kirliliği sebebi olarak gördüğü için, gözümün önünde ikiye ayırdığını hatırlıyorum da, sanırım piyano fikri pek de iyi bir fikir sayılmazdı.
Elimdeki kitabı odanın bir köşesine fırlatıp, tek kişilik yatağımın üzerinde yüz üstü bir şekilde uzandım. Sadece düşündüm. O gün fuarda Taeil olmasaydı, en fazla ne olabilirdi? Belki de anlatıldığının aksine insanlar o kadar da tehlikeli değildi. Tamam, kabul. Şu stant arkasında dikilen çocuğun bakışları hoşuma gitmiş sayılmazdı. Fakat Jun hyung tehlikeli birisiyle konuşmama zaten izin vermezdi.
"Acaba tekrardan dışarı çıkabilir miyim?" Pişmanlıklarım da yok değildi. O gün her şeyi bir kenara bırakıp dışarı çıkmanın tadını çıkarmak yerine, korkak bir çocuk olmayı seçmiştim. Düşündükçe daha da sinirleniyordum. Ama tek suçlu ben değildim tabi ki. Junho ağabeyin patavatsız tavırları ve yanındaki o garip çocuk. Hoş, daha ismini bile bilmiyordum.
Sahi, neden ismimi duyduğunda şaşırmıştı ki? Eve dönüş yolunda hyunga sormak istesem de, o sırada ona surat yapmakla meşguldüm. Suratımı gömdüğüm silikon yastıktan ayrılarak duvar saatine çıkardım uykulu bakışlarımı. Saat henüz dokuz olmasına rağmen gereksiz fazla uyku çökmüştü bedenime.
"Sonra insanlar sana çocuk muamelesi yapınca triplere giriyorsun Donghyuck. Saat daha dokuz..."
Konuşacak kimse olmadığı zamanlarda, kendi kendime konuştuğum oluyordu. Hatta, birkaç kez Jun hyunga yakalanmış, bir ton da nasihat işitmiştim. Neymiş, insanlar deli dermiş. Fakat atladığı bir nokta vardı, bana deli diyecek insan bile yoktu etrafımda. Daha annemin bile yüzünü doğru dürüst göremezken, böyle sudan sebeplere takılmak saçma geliyordu işte. Ayrıca varsın deli desinler. Zaten o unvanı kazanmama da ramak kalmıştı ya.
Kafayı yemek üzereydim ki, dayanamayıp telefonu aldım ve zaman kaybetmeden rehbere girdim. Kayıtlı dört numaradan, Junho'nun numarasına tıkladım. Her zamanki gibi çok geçmeden aramayı cevaplamasıyla hız kesmeden konuşmaya başladım.
"Hyung! Sanırım kafayı yemek üzereyim. AH, CİDDEN. Beynimdeki sesler neden bir türlü susmuyor? Ben sürekli bir şeyleri düşünüyorum, tartıyorum, ben... Ben ne yapıyorum ya? Dur bir saniye, sen neredesin o sesler ne öyle?"
Arkadan gelen tiz sesler yüzümü ekşitmeme neden olmuştu. Sol kulağımdan bahsetmiyordum bile.
"Şu garip çocuk yanında mı? AYRICA! Neden bana daha önce bahsetmedin. Yani, Seul üniversitesinden arkadaşın olduğunu bilmiyordum. Konuşacak mısın? Aman tanrım, yoksa sarhoş mu oldun. Hyung- "
"Gerçekte bayağı gevezeymişsin sen ya."
Karşı taraftaki sesin sandığımın aksine başkasına ait olduğunu idrak ettiğimde, anlık olarak telefonu kulağımdan çekerek numarayı kontrol ettim. Numarada bir yanlışlık yoktu ki, Lauren, annem ve babam dışında sadece Jun'un numarası kayıtlıydı rehberimde. Telaşla aramayı sonlandıracaktım ancak hattın diğer ucundan ses yükselmeye başlamıştı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
death box | markhyuck
Ficción General✧.* "Senden her zaman nefret etmişimdir, elindekilerin değerini hiçbir zaman bilmeyen şımarık çocuk. Şimdi beni iyi dinle. Kapının önüne bir ölüm kutusu bıraktım. Büyüdüğünü kanıtlamak mı istiyorsun? O halde ağlamayı kes ve sadece tehlikenin tadını...