karmaşık duygularla dolu insan

680 73 58
                                    

insan, dünyaya geldiği anda birçok duyguyu tatmaya başlardı. önce ağlar, bağırır, çırpınırdı. nereye geldiğini, nereden geldiğini, kim olduğunu bilmeden, önce duyguları tadardı. bir bebeğin ağlamasıyla koca bir adamın ağlaması aynı olabilir miydi ki?

hayatı boyunca bir damla gözyaşı akıtmamış victor için konuşursak, evet aynı olabilirdi. şüphesiz ki şimdi bir gece vakti, ortalık zifiri karanlıkken ayın ışığının aydınlattığı çaresiz çehresi ve yanaklarından süzülen parlak gözyaşları yabancılığı, yalnızlığı en iyi şekilde temsil ediyordu. dünyaya henüz gelmiş, yeni doğmuş bir bebek misali şaşkın, korkak, anlam veremez hâldeydi.  bu uçsuz bucaksız bomboş tarlanın içinde yapayalnızdı. en önemlisi de, bunca sorumluluğun ağırlığı altında ne yapacağını bilemez hâldeydi.

işte her bir duyguyu tadan, her bir duyguyla baş edebilen insan, tek bir duygunun karşısında biçare hâlde, kaskatı, korkakça kalırdı. aşk.

victor'un helena'ya duyduğu bu kara sevda, başa çıkamayacağı belki de tek duyguydu. belki bir kolu kırılsa, hatta belki de kopsa, ömür boyu karın ağrısı çekecek olsa, alışabilirdi bu duygulara. bunlarla başedebilirdi. çünkü zorlansa da, canı yansa da alışırdı. ancak bu tarif edilemez, betimlenemez duygu ciğerlerini, kalbini, beynini, hatta bütün bedenini sarıyor, sızlatıyor ve muhteşem bir yorgunluk bırakıyordu. kara sevda böyle bir şeydi işte.

şakaklarına yerleştirdiği ellerini indirdi ve derin bir nefes çekip uçsuz bucaksız tarlada yürümeye başladı. ayakları toprağı ezdikçe, kendi içinde de yürüyor, aklında tek bir kelime beliriyordu: helena.

••

jeongguk, atının üzerindeyken yüz ifadesi tamamen boştu. suratında ne bir öfke belirtisi, ne de ince pembeliklerinde bir tebessüm kırıntısı vardı. dişlerini sıktığını gerilen çenesinden anlayabilirdiniz. tüm bu duygusuz, ifadesiz çehreye karşın; yuları kavrayan eldivenli parmakları, üzerindeki kürk pelerini ile tamamlanan şık kıyafetleri, her zamanki genç yakışıklı çehresi ve rüzgârın bile dağıtamadığı saçlarıyla son derece asildi. jeon krallığı'nı en iyi şekilde temsil edeceğine inanıyordu. bunun için de, kendisine ait hiçbir duygu ve düşünceye izin vermiyor, zihnine akın eden yüzlerce farklı düşünceyi görmezden gelmeyi deniyordu. biçimli kaşlarını hafifçe çatıp en önde atıyla duran ordu komutanına son durumun ne olduğunu soran bir bakış atmıştı. yaklaşık beş dakikadır prensesin bulunduğu sarayın uzun duvarlarının ve kocaman, heybetli giriş kapısının tam önünde arkasındaki onlarca askeri ve yardımcılarıyla bekliyordu. bir soylu için, özellikle sabırsız ve gençliğin verdiği asiliğe sahip jeongguk için, bu süre bir miktar fazlaydı.

saniyeler içerisinde ordu komutanı, kendisine dik bakışlar atan prensine nihayet giriş iznini aldıklarını belli eden bir bakış atmış ve sarayın büyük kapısı saray müzisyenlerinin çaldığı karşılama marşıyla beraber açılmıştı. kapı açılmıştı açılmasına ancak, jeongguk'un yüzündeki duygusuz ifade gittikçe sertleşmiş, gerginlik bütün vücuduna yayılmıştı. atının üzerinde saraya doğru ilerlerken kendisine selam veren ve meraklı bakışlarını üzerinde gezdirmekten çekinmeyen saray görevlilerinin kendisi hakkındaki fısıldaşmalarını çok net olmasa da duyabiliyordu. söylenilenler hep aynı şeylerdi. prensin ne kadar genç olduğunu, sert ve yakışıklı bir yüze sahip olduğunu, prensesi en iyi şekilde hak edecek kadar varlıklı, bir o kadar da donanımlı olduğundan bahsediyorlardı.

genç prens, askerlerinin yardımıyla atından indikten sonra birkaç adım atmış ve karşısında bekleyen iki prense eğilerek selam vermişti. kral, iki oğula ve bir kıza sahipti. oğulları arasında fazla yaş farkı olmaması ikisinin arasında büyük bir rekabete neden oluyor, bu rekabet yüzlerinden okunabiliyordu. jeongguk kadar ifadesiz yüzlere sahip olan iki prens de genç prensin önünde eğilmişler, selam vermişlerdi.

Abyssos • JikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin