"Hazırsan çıkalım."
Rousseau'nun sakin ses tonu odamda yankılanırken elimdeki kalemi döndürüp duruyor, her zaman olduğu gibi hiçbir şey demiyorum. Diyesim yok, dilim bağlı ona. Yalnızca birkaç dakika önce giymiş olduğum kabanıma daha sıkı sarınıyorum, üşüdüğümden değil; kendimi daha rahat hissettirmek için yapıyorum bunu.
Ayağa kalkacak mecalim yokmuşçasına, tüm gücüm gitmişçesine. Beni bu denli yoranların birden fazla kişiye yükselmesi yüzünden sanıyorum üzerimdeki ağırlığı. Sanıyorum ama sadece, insanoğlu hep sanar. Ağrılarını düşünmemeye gayret gösterir, bir şeyi ne kadar çok düşünürse daha da artacağını, ona fazla geleceğini çok iyi bilir çünkü.
Zor bela bir ayağa kalkış, masamdaki kişisel eşyalarımı alıp ceplerime yerleştiriyorum ve Rousseau'nun karşısına geçiyorum.
Şöyle bir inceliyor yüzümü. Her zaman göz altı torbalarına sahip olduğumu biliyor lakin birkaç gündür fazlalaşmış ve daha da morarmış olduğu gerçeğiyle ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bakıyor öylece. Beni üzen bir şeyler olduğunu anlıyor ama sormuyor, sormaz da zaten. Ben istersem anlatırım, ben istersem dinler, ben istersem yardım eder ama Rousseau hiçbir zaman bana ilk adım atan olmayı seçmez, bir şeyleri yapmak için söylenmesini bekleyenlerden çünkü o. Bunu bildiğimden ağzımı açıp tek kelime etmem de anlamsız -ki derdimi anlatmayı bırakalı çok oluyor.
Birileriyle işi hakkında konuşmak dışında yaptığım bir şey olmaması her gün yüzüme çarpsa da, yanağımda yer edinen bir atom bombası kadar güçlü çarpışmayı umursamıyormuş gibi hayatıma devam etmek daha cazip geliyor, ne kendim ne de bir başkası için yaşıyorum. Yaşama nedenim yalnızca eserlerim, yarattıklarım.
Son zamanlarda ise bu, bambi gözlü adamla olan sohbetlerime evriliyor.
Rousseau'ya bakarken onu düşünmek içimi bir buldozer gibi ezse de gördüğüm her yüzün yerine onun yüzünü getirmeyi engelleyemiyorum.
İçimde sandığımdan da çok şey beslediğim bir anlığına diyaframımı sıkıştırıyor, sadece beslemekle de kalmıyor onu sanki en derinlerimde bir kara inci misali saklıyorum. Kendime bile göstermiyorum, kendime bile yetim bırakıyorum.
Yavaş yavaş Rousseau'nun yüzü yerine gelirken iç çekiyorum, sanki aylarca ağıt yakmış biri çekiyor o içi; öyle kederli.
Daha fazla bakmamak adına yanından sıyrılmak için adım attığımda tutuyor kolumdan. Biraz yaklaşıyor ve bir anda ne olduğu bilinmez bir şekilde Rousseau arkadaşlığımız adına bir sarılmayı çok görmüyor; kolları omzumdan dolanıyor. Sıkı bir sarılma değil ama daha iyi hissettirecek kadar idare eder.
Zamansızca uzak kaldığım bu eylemden ötürü kuzey kutbu bakışlara sahibim. Onu buz gibi karşılıyorum. Ama o an asıl önemli olan açık kapım, ya oradan Jeongguk geçse adlı deli düşünceler. Bilmiyorum, inanmak istemiyorum fakat öyle bir korku kaplıyor ki içimi bir streç film gibi fazla uzun sürmeden ayrılıyorum ondan. Durumun sırıtmaması için de hafif tebessüm ediyorum, Rousseau'ya yetiyor bu.
"Belki bunu demek için uygun bir zaman değil ama Taehyung, anneni artık oyalamıyorum."
"Davetlerinden mi bahsediyorsun?" Soruyorum uyuşukça. Sahiden yalnızca işim nedeniyle yorulduğum için bedenim ağırlasın istiyordum bu uyuşukluğu, sabit bir örüntüyü devamlı olarak yaşadığım için değil.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
2b jeon's jewel
Fanfictiono gün dediklerini hatırlamadığını söylüyorsun ama uçmamıştın, ayıktın berceste taehyung. bana seni ezmemi söyledin. dokusu olağanüstü bir kağıt olmayı ve benim de kullandığım kalemlerden biri olup senin üzerinden insafsızca geçmemi istedin. başımı d...