uzun yıllar önce iki genç vardı. ikisinden birinin adı jay idi. bu genç adam oldukça zeki biriydi. okumayı bir haftada söktü, diye köyde adı dilden dile dolaşıyordu. aynı zamanda şairdi. geceleri küçük odasında, mum alevinde güneş sevgilisine mısralar dökmek onun için bir zevkti. gariban, fakir bir çocuktu. bir ağabeyinden başka kimsesi kalmamıştı. kendini büyütmüş, kendine bakmış, kendi ile mutlu olmuştu. işe gidip gelirken bile kendisine cilveli gözler ile bakan kızları umursamazdı. aksine kafasını yerden pek kaldırmazdı. evlerinin az ilerisindeki meyve bahçesinde çalışırdı. bu bahçe yüzyıllardır o aileye aitmiş. büyük büyükbabasından lee heeseung'a miras kalmış, bu adamın bir oğlu vardır ki... güneş gibidir. kadifeden bembeyaz teninin üzerinde, yıldız haritaları çizmişti yüce tanrı. siyah saçları başının üzerinde altın yaldızlı gibi parlardı. onu gören saatlerce bıkmadan izleyecek güç bulurdu kendine. hele bir balkona çıkmayıversin. sabah güneşinin altında bir güneş daha yükselirdi. ahali onu seyre dalarken çoğu zaman işlerini yarım bırakırlardı. aşığı da çoktu, divanesi de. genç sevgilisi jay ile her şeyden kaçarlardı. herkesten, belki de kendilerinden.
jay babasının sevdiği çalışanlardan biriydi. bundan mütevellit sık sık jungwonların evine gelip hesap kitap işlerinde heeseung'a yardım ederdi. daha evin kapısını çaldığı an bu insanüstü çocukla göz göze gelmişti. o yeşil gözler jay'in tanrıları, yarınları ve yürek sancıları olmuştu. jungwon merdivenin başından, olduğu yerden jay'i izlemişti. yüreğine düşen ateş, ikisini de cayır cayır yakacak kadar sıcak gelmişti. jay ile jungwon birbirlerinden ne denli etkilendiklerini anladıklarında, çalışma masasında oturuyorlardı. jungwon, elini jay'e uzattı. sıkıca kavramıştı ellerini. jay'in yanık teni sanki nefes almış gibi hissediyordu. yeni doğmuş da oksijene muhtaç gibi, yeniden doğmuş da oksijene muhtaç gibi, sanki ölmüş de son nefesini verir gibi. artık birbirlerine karşı ilgilerini açık açık konuşmuşlardı.
saklı aşklarının en büyük mekanı; büyük bahçenin en aşağısındaki yaşlı şeftali ağacıydı. jungwon'un doğum günü için büyükbabası onu özenle büyütmüş. günler belliydi. çarşamba sabah on gibi, cuma akşamları ve pazar öğlenleri. jay'in en sevdiği saatler, jay'in deli gibi beklediği günler. bu vakitlerde baba heeseung şehre giderdi. orta yaşlı adam da gittiğinden bahçede sadece jay kalırdı. o vakit jungwon hoplaya zıplaya gelir, uzanırdı jay'in dizlerine. etraflarında şeftali ağacının kokusu tüterken jay utana utana genç sevgilisini öperdi. sanki bir kalbin iki yarısıydılar. güneş ve ay, bir vücudun iki uvuzu gibiydiler. ikisi de çok mutluydu. öyle mutlulardı ki, bu şeytanın yüreğine dokunmuş gibiydi. onları ayırmak için kader sayfasının üzerinde kendi kalemini dolaştırmıştı. jungwon için yepyeni bir hayat yazmıştı. yeni, karanlık ve soğuk bir hayattı. jay'e ise hiç dokunmamıştı. sebebi çok kolaydır. jay'in kaderi zaten jungwon'dur.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dear dreams - jaywon
Fanficnarları soracak olursan, evimin arka bahçesine bir ağaç ektim. bir nar ağacıydı. benimle bir olsun diye, ancak meyve vermedi. ilk yıl çiçekleri döküldü. iki yıldır doğru düzgün meyve vermiyor. bu yıl da pek sağlıklı değil, kesilmesi gerekiyor. onu k...