jungwon çok güzeldi. kesinlikle tanrı'nın yeryüzüne naçizane bir hediyesiydi. ancak bu göz ardı edilmeyecek güzelliğin, paslanmaz demirden ; sert kayadan kaprisleri vardı. üç ablanın ardından doğan tek erkek çocuktu. annesi onu sırmalara sarıp da büyütmüştü. babasına göre jungwon gelecekti. bu ailenin işlerini üstlenecek, yaşlılığında ona bakacaktı. renk renk giyinmek, pahalı kumaşlara bürünmek istiyordu. jay'in böyle bir şeye tabi ki imkanı yoktu. abisi şehrin biraz uzağındaki süt fabrikasında çalışıyordu. ikisinin sıkış tepiş oturduğu iki odalı evin kirası bile çok, çok pahalıydı. bu genç adam da farkındaydı. jungwon kendisinden hediyeler bekliyordu. hediyeler, kıyafetler, güzel geceler. jay sevgilisinin karşısında ezilmek, güçsüz görünmeyi hiç istemezdi. aile yadigarı, pırlantanın üzerine yakut işlenmiş bir bilekliği vardı. bir gün aldı bilekliği eline. masanın üzerine koyup uzun uzun düşündü. ertesi gün bilekliği bir kutuya koyarak bahçenin yolunu tuttu. sevdası laf dinlemiyordu. aile yadigarı bilekliği, pişman dahi olmadan sevgilisine verecekti. verdi de, pişmanlık hissetmiyordu. jungwon bu hediye karşısında havalara uçtu. kadife kutunun içindeki güzellik başını döndürüyordu. teşekkürler eşliğinde jay'i öptü. genç adam biliyordu ki, sevgilisi hediyelere boğulma ümidindeydi. birkaç hediye daha götürdü. jungwon'a gelecek olursak, onun o günlerdeki derdi bambaşkaydı. jay'e sürekli kaçalım, kendi hayatımızı kuralım diyordu. her şey güzel, hoştu da. bahçeden kopardığı meyveyi ekmeğine katık eden jay, has ipekten gömleği beğenmeyen sevgilisine nasıl bakacaktı? onun lüks ve refahlık sevdasının sınırı, dur duracağı yoktu.
─
iki haftayı zor güçte olsa jay atlattı. sevgilisi eskisi gibi sürekli mızmızlanmıyordu. kaçma meselesini çoktan unutmuştu. odasında mutlu mesut kitabını okurken babası odadan içeri girdi. hem öfkeliydi hem zarar vermeye eğilimli. kitabı bırakıp koltuğun üzerine oturmuş babasına baktı.
"baba, sorun ne?" heeseung sakinleşmek adına derince nefes aldı. bu da işe yaramıyordu.
"kepazeliklerini duydum." jungwon'un biçimli kaşları çatıldı.
"baba hiç bir şey anlamıyorum. lütfen daha açık olur musun?"
"jay ile gönül ilişkin varmış. sen delirdin mi jungwon? ne yaptığın hakkında en ufak bir fikrin dahi yok. ya sunghoon öğrenseydi, ya o çocuk ilgisini senin üzerinden çekseydi? beş parasız, sefil kalırdık. ne paralar ne ipek giysiler harcadım. sırf onun dikkatini çek diye. ben senin hayatını düzeltmeye çalışırken, sen gidip çulsuzun biri ile sürtüyorsun!" dudakları titriyordu. babasının sözleri başına ağrılar girmesine neden oluyordu. jay'e hakaretler savuruyordu. dahası, kendi oğluna apaçık sürtük diyordu. sunghoon, çok zengin bir ailenin tek çocuğuydu. servetinin miktarı dilleri uçuklatan türdendi. eğer baron isterse herhangi birini saniyesinde zengin eder, onu altına boğabilirdi. sunghoon'un annesi, italyan bir leydiydi. onu gören insanların o dakikada yüce isa'nın adını andığı, dillere destan güzellikte olduğunu herkes bilirdi. oğulları sunghoon'dan bahsedecek olursak, sunghoon gerçek bir yunan tanrısıydı. sarı saçları, kemikli elleri, beyaz teni ve mermerden oyulmuş gibi görünen o yüzü... belki herkes az çok tahmin eder, ama doğu'dan batı'ya, kuzey'den güney'e onu reddecek tek bir kadın dahi yoktur. zenginliği, yüzü, vücuduna ek olarak park sunghoon kültürlü, terbiyeli, ideal eş olabilecek bir adamdı.
sunghoon'nun zavallı küçük kalbi, bir gece baloda gördüğü güneş çocuğa çarparmış. ipek gömleğinin rengini hâlâ hatırlıyormuş. dans ettiği anda düz sırmaları her bir yana dağılıyor, sunghoon cenneti bizzat gördüğüne emin oluyordu. heeseung'ın aklı bir gördüğü andan itibaren bu genç adamdaydı. eğer kapağı park ailesine atabilirse, çok zengin olurlardı. jungwon'un yapması gereken iki şey vardı. sunghoon ile evlenmek, onunla iyi anlaşmaktı. baron şimdiden lee ailesine çokça yardım ediyordu. onları bazen akşam yemeklerinde misafir eder, bahçenin mahsullerini en pahalı fiyattan satın alırdı.
"baba... ben..." heeseung giderek daha da sinirleniyordu.
"sus jungwon. düğününüzü acele ile ayarlayacağım. yarın gidip onu terk edeceksin. yarından sonra jay denen o herif ile bir daha görüşürsen, kemiklerini un ufak ederim senin. anladın mı beni?"
"evet, anladım." jungwon ağlamak üzereydi. boğazındaki yumruyu yutmakta zorlanıyordu. yeşil gözleri şimdiden dolmuştu. jay görse ne derdi şuan, diye düşünüyordu. ağlama jungwon mu derdi? yoksa onu öper miydi? muhtemelen ikisi de.
─
jay ertesi gün elinde hırkasını sallaya sallaya bahçeye geldi. biricik güzelliği, tatlı sevgilisi jungwon, şeftali ağacının altındaydı. jay onu görünce buruk bir gülümsemeye ev sahipliği yaptı. ne denli güzeldi, ne denli inanılmaz. jungwon olmasa, jay bir daha nefes alamazdı. onsuz bir hayatın hayali dahi kurulamazdı.
"günaydın jungwon." beyaz tenli çocuk oturduğu yerden ellerini toprağa sürterek mırıldandı.
"sanada jay..."
"jay hiç zengin olmak ister miydin? çok paran olsun veyahut istediğinle yatıp kalkmak?"
"ah, hayır. ben sadece senin olduğun fakir bir hayatı, onlarca kişinin olduğu zengin bir hayata değişmem."
"öyleyse," dedi. "ayrılalım. bana verecek bir hayatın yok, üzgünüm. kendine iyi bak." jay bir an yanlış anladığını düşündü.
"güzelim bana şaka mı yapıyorsun? jungwon bunun şakası dahi olmaz."
"şaka yapar gibi bir halim mi var haspa!" jay duyduğu cümle ile durdu kaldı. bu korkunçtu. kabus bile bu kadar ileri gidemezdi.
jungwon hızlıca bahçeyi terk etmişti. yaratan, can üfleyen tanrı jay'i ne ile itham ediyordu böyle?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
dear dreams - jaywon
Fanfictionnarları soracak olursan, evimin arka bahçesine bir ağaç ektim. bir nar ağacıydı. benimle bir olsun diye, ancak meyve vermedi. ilk yıl çiçekleri döküldü. iki yıldır doğru düzgün meyve vermiyor. bu yıl da pek sağlıklı değil, kesilmesi gerekiyor. onu k...