"Drown me (Drown me),
you make my heart beat like the rain
Surround me (Oh),
hold me deep beneath your waves"-
Saat gece 2 buçuk gibiydi, hava çok soğuk değildi aslında ama hafif esintiyi ceketimden hissediyordum. Ara sokağın birinde yürüyorduk, Minho ile. Tek tük insan vardı, çoğu bizimle yaşıt bile değildi. Ne ara onunla dışarı yemek yemeye gidecek kadar iyi olmuştum sorguluyordum, yanlış anlaşılmasını istemem tamamen plansızdı. Hazırlanıp evden çıkarken denk gelmiştik, nasıl olduysa ikimizden biri "Birlikte gidelim." demişti ve boş boş geziniyorduk şimdi açık tezgah ararken.
Tuhaftık, konuşabilirdim ama istemiyordum, gergindim. Sanki onunla dışarıda dolaşırken evin içinde, dört duvar arasında neredeyse iki haftadır ardı arkası kesilmeden yaptığımız şeyler herkes tarafından görülecek ve bilinecekti. Utanmıyordum ama ne hissedeceğimi bilmiyordum, bu belirsizlik sinirlerimi bozuyordu ve değiştirmek için bir şey yapmaya da cesaret edemiyordum. Minho ile uzaklaşamıyorduk, sabah oturup "Aptal, azgın amcalar gibisin, edepsiz, kapa çeneni, öp beni." ya da "asıl aptal sensin, sen her pazar kiliseye gidiyorsun değil mi, inlersen olur." gibi cümleler kurmadan, ithaflarda bulunmadan mantıklı bir konuşma gerçekleştirsek bile gecenin köründe kendimi sıkı baldırlarının üzerinde buluyordum. Elleri yine kalçalarımı sıkıştırıyordu, ellerim yine eskiden mavi ama nedense bir anda mor yapmaya karar verdiği ve hiç de kısa anlığına olmadan aklımı kaybettiren o tutamlarını çekiştirip onu kendime çekmemi sağlıyordu. Lanetlenmiş gibiydik.
"Acıktım ben, neden geldik ki buraya yok hiçbir şey. Şehrin orta yerindeydik, bok yemek istersen o bile vardı Minho." dedim gözlerimi devirip. Bana bir şey söylemeden getiriyordu buralara, etrafı bilmiyordum bile ve asıl gergin olmamın sebebi buydu aslında. Minho'ya güveniyordum, güvenmemeliydim.
"Bir kere olsun sabretmeye ne dersin? Dudaklarını ilk kez öpmeden önce daha kapalılardı." Dedi tam yanımızdan iki orta yaşlı adam geçerken. Avucum irademden bağımsız panikle ağzının üstüne kapandı, bu adamlar sikik homofobiklerden çıkarsa ikimizin de ağzına sıçarlardı. Minho'nun yalamak istediğim karın kasları ve üstünde sürtünerek dahi olsa boşalmak istediğim güçlü bacakları olsa da o bacakları kopana kadar kovalanırdık. Üstelik kaslarımı aylardır falan sadece yerimden kalkıp ramen ya da hazır noodle -başka bir şey yapmayı bilmiyorum, beslenme tarzım en az kişiliğim kadar boktan- yapmak, bir iki dersliğe gidip hayatta kalmak, son haftalarda da mor kafalı bir puşt tarafından zevke gelmek için kullanıyordum. Bir şeyler yapmam gerekti artık.
"Sus, olur olmaz yerde konuşup durma yoksa günlerdir elinde dolaşan penisimi götünde bulursun." diye fısıldadım dibinden, gözlerinden bile sırıttığı belli oluyordu. Bu bile hoşuma gidemezdi, çok saçmaydı. Çıldıracağım. Elimi indirdiğimde yanılmadım, göt. "Fena olmaz." Cevabımı asla esirgemezdim, istediği kadar gevşekleşebilirdi ya da hissiz gibi davranabilirdi ama ben tartışmaktan asla sıkılmazdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Desire | Minsung
Fanfiction"Han Jisung, Lee Minho, gece gökyüzünde onlarla birlikte sabahlayan parlak cisimler ve durduramadıkları, her geçen gün daha da büyüyen birbirlerine karşı dolup taşan o aptal arzunun sürüklediği aşk..." Oh, he knows what I think about And what I thin...