mahkumlar tabure üzerinde

435 74 7
                                    

medya değerli, dilerseniz açın arkadan.

....

gece yarısını çoktan geçen tik taklar aklımın bir köşesinde ikaz sirenlerini körüklerken, kulaklarımdaki bir rusça şarkı ile henüz başlayan yağmurun altında oturuyordum.

yüreğimde tarifsiz bir sızı ve ayık olmayan bir kafayla kendi halimde neyin sorgusunu çektiğimi sorguluyordum. kanunsuz ve hükümsüz ağrıların ağırlığı sırtıma öylesine yüklenmişti ki dilim damağım bir koca çölü aşmışım gibi kurumuştu. hava karardığından beri bilmem kaçıncı sigarayı tutuşturmuştum, lakin sağanakta ateşin söneceğini bilecek kadar ayıktım. sadece biraz toza ihtiyacım vardı belki. fakat sınav haftasından sonra okula bir daha gitmediğimden mallar suyunu çekmişti. ekstra olarakta beş parasızdım ve büyük annemden böyle bir şey için para istemek istemiyordum. zaten yeterince haksızlık ediyordum ona.

seslice bir nefes verip bakışlarımı avlunun kapısına çevirdim. hyunjin iki gündür ortalıkta görünmüyordu ve onu ilk defa o kadar yıkılmış görmüştüm. birçok kez yazıp, aramıştım fakat dönüş yapmamıştı. hastanede olduğunu düşündüğünden daha fazla rahatsız etmek istememiştim, lakin içimdeki sıkıntının kökleri nedense onun yüzünden güçleniyormuş gibiydi.

aklını başını almış adam son zamanlarda benden bile daha ufak ve ağrılı görünüyordu. sanki ben büyümüştüm de o küçülmüş gibiydi.

sertçe yutkunup bakışlarımı ayaklarımın uçlarına indirmiş ve gözlerimi kapatmıştım yavaştan ıslandığımı hissediyordum ve altımdaki kumaş pantolon beni donuma kadar ıslatabilecek inceliğe sahipti. doğrusu büyük annem evde olmadığından bu kadar rahattım yağmurun altında, evde kimse olmayınca içeride olmak çok zor geliyordu. bütün duvarların dili vardı da hepsi aleyhime sözcü gibiydi. aklımı kaybediyordum o dakikalarda, sonra beni uyuşturacak ne kadar şey varsa hepsine sığınıp ufacık oluyordum banyo taşının üzerinde. illet ve sevimsiz bir suratın sancısını görmemek için çoğu zaman aynaya bile uğramazdım ki kırdığım da çok olmuştu.

damlaların betonun üstünde bıraktığı tok seslere karışan adım seslerini işittiğimde yavaşça gözlerimi aralamış ve eş zamanlı olarak ayaklarımın ucunda duran ayakkabılarla bakışmıştım.

"neden her seferinde bu avlu?"

yorgun mırıltısı kulaklarıma değer değmez kafamı kaldırmış ve 48 saatten fazla süren özlemime yenilip gözlerine bakmıştım. kan çanağına dönmüştü. tanrı biliyor ya, yitirdi sanmıştım o birisini. bağlı olduğu her halinden belliydi ve gidişi hyunjin'i büyük etkilerdi. gözlerimin önünde çökmesini istemiyordum.

"kalk şuradan çocuk, delirdin mi!?"

sinirle ensemden kavrayı ayağa kalkmak için çekiştirdiğinde inatla gözlerine bakıyordum. ayaklanıp bileğini kavradığımda çöken omuzlarına kısa bir bakış atmış ve kolunun altındaki tuvali henüz fark etmiştim. kabanına akan boya parmaklarının uçlarından ayak ucuna akmaya devam ederken bu kadar ruhsuz görünüşü kalbimi sızlatmıştı. içerideki organın bir şeyler hissetmesine sebep olan bu adam aşkı ve acıyı aynı anda yaşatıyordu. zalimlikti doğrusu.

"al, ne yapıyorsan yap."

tuvali elime tutuşturup yanımdan geçip gittiğinde boyası akan resmin kargaşasına bakmış ve beklemeden ardından gitmiştim.

"hyunjin- bekle!"

dinlemiyordu elbette.

ağır ağır çıktığı merdivenlerde her bir basamakta sorular soruyordum beni dinlemesi için, fakat ne dönüp bakıyordu ne de herhangi bir tepki veriyordu. yürüyordu yürümesine de, çoktan omuzlarında bir cenaze taşıyor gibi yavaşça yürüyordu. suskundu ve fazlasıyla sefil.

kapısına geldiğimizde titreyen parmaklarıyla anahtarı ayrıştırmaya çalışırken sensörlü ışığın altında gördüğüm kadarıyla akan boya üstünü berbat etmişti, umursuyor gibi de görünmüyordu gerçi. çıkana kadar damlalar yerleri de mahvetmişti. temizlesem iyi olacaktı. fakat önce hyunjin'in iyi olduğundan emin olmam gerekiyordu.

anahtarı elinden alıp kapıyı açmış ve araladığım sırada içeriye girmesi için beklemiştim. ayakkabılarıyla girmişti.

ardından girip terliğimi bir köşede çıkartmış ve onu takip etmiştim. direkt odasına girip bedenini yatağının üstüne bırakmıştı. şimdi yorganı da kirlenmişti.

artık adım atmaktan korkuyordum. bir süre kapının önünde herhangi bir şey demesini bekledim. lakin sadece tavanı izledi. gözlerini kırpmadan uzunca bir şeyleri seyretti. kim bilir neleri anımsadı o beyaz kaplamanın üstünde. sonra ağlamaya başladı. önce sessizce, sonra hıçkırarak. ellerinin altındaki yorganı öylesine sıkıyordu ki parmaklarının boğumları renk değiştiriyordu. nefes alamıyor gibi boğazından sesler çıkartıyordu ve ben öylece acı çekişini izliyordum.

o an anladım yitirdiğini, o an her şeyini yitirmiş gibi ağladı.

sonunda hareket ettirebildiğim ayaklarım yanına ulaştığında, yanına uzanmıştım. kendisine dönüp bir cenin gibi kırıldığımda, elimin birini yanağına koymuş ve sadece sakinleşmesi için beklemiştim.

parmaklarımı ıslak tutamlarında gezdirdiğim sırada, elini ağzından çekmiş ve daha sessiz ağlamaya başlamıştı. kıpkırmızı olmuştu ve zor nefes alıyordu.

paramparçaydı.

"şimdi tanrının koskoca dünyası bana da dar."

birbirine zorla ulaşan kelimeleri kulaklarıma değdiğinde artık ağlamıyordu ama fazlasıyla donuktu.

"tablolar yüzünden geç kaldım." deyip kafasını bana çevirdiğinde histerik bir şekilde gülmüştü.

"ve son kez görmek istemiş. beni çağırmış-yetişemedim ufak...söz vermiştim."

yanaklarından aşağıya akan damlaları parmaklarımın ucuyla silerken yutkunmuş ve gözlerimin içine bakmaya devam etmişti.

"küçük...nasıl alıştın yalnızlığa?"

alışamadım.

"...bana da öğret."

sesinin titreyişi ve bir çocuk gibi küçülmesi yutkunmamı dahi engelliyordu.

birisi gitmişti.
en sevdiğiydi,
şimdi nasıl öğretilirdi yalnızlığa alışmak?
sahi, dediği gibi ben nasıl öğrenmiştim ki?

"uyu hyunjin. önce uyuman gerekiyor."

bir şey demeden gözlerini kapattı, dedim ya öylesine bir çocuk olup çıkmıştı şimdi. o kadar savunmasız ve ufak görünüyordu ki, elimde olmadan sakınmak ve gözetmek istedim bütün kötülüklere karşın.

doğrulup üzerini örtmüştüm. yüksek ihtimalle üstünü çıkartmama izin vermeyecekti. daima yaptığı gibi salona gidip bir şarkı açtım, bu günün öncekilerden farkı olmasın diye. sonra dışarıya çıktım ve evine çıkana kadar kirletttiğimiz yerleri temizledim. en son da tuvali kendi odama koymuş ve üzerimi değiştirip yeniden çıkmıştım evine. şarkısı değişmişti.

çalan şarkıyı ilk defa duyuyordum, sanki dalga sesleri vardı arkada ve daha çok sözsüz bir feryat gibiydi. bir süre olduğum yerde dikilip sadece boş duvarlara çarpan melodileri dinledim. elim ayağım çekilmiş gibiydi, felçli hissediyordum. ne aklım kalmıştı ne de fikrim. ağrısının bu kadar derin oluşu enerjimi kurutmuştu. şimdi en büyük temennimdi tez zamanda toparlanması. lakin, yüksek ihtimalle yarın yine gidecekti. inacını bilmediğimden töreni nasıl olurdu bilmiyordum, fakat ikinci bir yeniliş için dinlenmesi gerekiyordu. bu yüzden rahatsız etmemek adına odasına gitmemiş ve salonunda oturup o klasik müziği değiştirmeden tekrar tekrar dinlemiştim. ve tekrar tekrar yıkılmıştım.

ağırlayın azrail'i ✔️Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin