yangın yeri,
bir alevin göz bebeği,
korunda seyredaldığım cehennemin sefil izbeliği,
ve uçsuz bucaksız karanlığın kötü emelleri.hiçe sayılan gerçeğin ta kendisi,
bin bir yudumla içirilen hayatsızlığın basit ezberi,
kinime yürek olan kafesin prangadan nefesi.kimsesiz yok oluşların çaresizliği.
uyuyamadığım sekizinci gün. dokuzuncu şafağın soğuğu ve bir güz sabahının başlangıcı. ekinoksu çoktan geçen bir tarihte çıkıyorum pencerelere.
yapraklar da küsmüş gibi ağaçlara, artık bir hatır bile bekleyemez olmuşlar. öylesine süzülüyorlar her esinti geldiğinde, sonra küstüğü ağacın köklerine doğru gömülüyorlar toprağa. şafak gibi kızıl kesmiş onları da. öyle güzel görünüyor ki manzara, tabiri caizse bir akıl hastanesinin penceresinden bakmıyorum sanki dışarıya.
tik takların solukları kesilmiş. zamanın varlığını duymadığım günlerde daha bir iyiyim sanki. en azından bana öyle geliyordu ama bugün garip bir boşluk var içimde. atamadığım bir yorgunluk ve içinden sökemediğim o yara yeniden kanamaya başlamış gibi. sonra içeriye gelen bakıcıdan duydum bugün ki tarihi. ocağın 26'sı dedi.
ilk başta bir şeyler hissedemedim.
sonra yavaştan süzülerek geldi keder. çakıldım öylece oturduğum yere, saatlerce bekledim hyunjin'in gelmesini. ona ihtiyacım vardı.krizler hafifletilmişti, artık bir şeylerin daha net farkındaydım. yaşa, diyordu bana. her şeye rağmen nispet et ve yaşa işte.
ne kadar da kolay dilde bitirmesi her şeyi.
yalın ayak koşmuşum gibi sanki, öylesine ağrıyor ayaklarımın altı. ben aslında sevmem ne yürümeyi ne de koşmayı. ama öyle bir kaçmışım ki kendimden, gözüm bile görmemiş mesafeleri. uzak yerele koşmuşum belli ki, yoksa bu kadar ağrımazdı ayaklarım ve dizlerim. romatizmaya var daha, alabildiğine yaş eklemek gerek onun için. hem yağmurlar bana dert değil şifa verir. bilirim bu ağrıyı, hastalıktan değil. içime batmış kederdendir.
beklemeye devam ettim. içerideki sessizlik yardı geçti göğüsümü, kan kaybettiğimi sandım. sıktım yumruğumu ve koydum kalbimin üstüne elimi. soluklanmayı denedim. boğazımdaki düğümü açamadım. yeniden nefret ettim kendimden. yeniden sevmedim 26'yı.
akşama doğru bir bardak suyla pencerenin önüne oturduğumda hâlâ hyunjin'i bekliyordum. ne gelen vardı ne de giden. son birkaç aydır hep kendisini bekler olmuştum zaten. ayak seslerini dahi tanıyordum o yaratılışın. tanrı benim için yaratmadıysa ne diye koymuştu o günahı önüme?
burnumu çekip geriye yaslandığımda kararan gökyüzünü izlemeye başlamıştım. alacakaranlıktı etraf, belli ki vardı bir matem. boğuk gelmişti bugün gökyüzü bana. ya da zihnim öyle resmediyordu gözlerime. artık gördüklerime de inanasım gelmiyordu. öyle bir güvensizlikten ibaretti içimdeki ittifak.
birkaç gün önce hyunjin'den bir defter ve kalem istemiştim. pek dışarıya çıkmak istemediğimden odada kalıyordum ve canım sıkıldığında yapacak bir şeyler arıyordum. yazmayı severdim, iyi gelir diye de defter kalem istemiştim ama artık her yazıda aklıma gelir oluşu duraksatıyordu elimi. kalemin ucu değmiyordu kağıda. cesaretim yoktu.
bana verdiğin bu şey delicesine sevmek miydi tanrım?
beni yavaştan eritişi ne içindi öyleyse?
seven kişi mi biterdi hep?
bu dünya sevenleri mi yok ederdi?belki saatlerce kalkmadım o sandalyeden ama neredeyse emindim geleceğine. öyle bir his vardı içimde, o yüzden uyumadım. zaten uyuyamıyordum.
yeniden bir şeyler yazmak için kalemi elime aldığımda bekledim bir süre. biliyordum yazacak çok şeyim vardı, birikmişti. nereden başlasam da geçerdi bu ağrı? hangi yarayı döksem kağıda ancak kesilirdi kanaması? dikmekten ipliklerim bitmiş ve iğnelerim körelmişti. bu hastalık sahici bir yalan gibiydi. kanayıp duruyoru, hiç iyileştiği de yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ağırlayın azrail'i ✔️
Fanfiction"seni sevmek için çok genç olduğumu söylüyorlar." 10.04.22 07.06.23 text-düz yazı