🦋
ağır kitaplar taşıyor ve ağır kelamlar ediyordu. söz gelimi beni ardında bırakacak kelimeleri nasıl da ağızına oyun gibi doluyordu öyle. ve dilinin makarası öylesine yakıyordu canımı. lakin bir şey diyemiyor ve sustuğumla kalıyordum. çünkü ona göre az ahlaksız ve ergenin tekiydim.
dudaklarının arasındaki dalı ince, uzun parmaklarıyla kavrayıp küllüğe doğru götürdüğünde dik dik yüzüne bakıyordum. o ise epey yorgundu, bu yüzden hırçınlığıma ses etmiyordu.
"neye sinirlendin sen?" deyip uyuşuk uyuşuk gözlerini kırptığında çene kemiğine bakıyordum. neden bu kadar orantılı ve güzeldi yüzü sanki. tanrı günahı önüme koymuş gibiydi. sonra benden günahsız olmamı da isterdi. tutarsız bir ilişki ve inançsız bir oğlan oluşum belki de beni boşluğa sürükleyen en önemli etkenlerden biriydi. yine de aklımın almadığı şeylerle ilgilenmek pek istemezdim. hem isyankar olmak bazen işime geliyordu. suçu tanrıya atıp kabahatsiz kabahatsiz oturuyordum, iki oda bir salon evimin duvarları arasında. bir odasında yüksek ihtimalle büyük annem bir şeylerle ilgileniyordur. ben genelde evde olmuyordum, olunca da odamdan çıkmıyordum. gereksiz ve içi boş bir hayatım vardı. ağır tabirle boka sarmıştı bu döngü. fakat aklım az garip çalıştığından, çoğu insanla aynı bakış açısıyla değerlendiremiyordum kendimi. çünkü genelde yaşıtlarım kendinden 8 yaş büyük bir adama aşık olmazdı.
"hyunjin..."diye mırıldandım hemen yutkunmadan önce.
" annen ve baban neredeler? "
bir süre gözlerime baktıktan sonra omuz silkmişti.
" annem yunanistan'da evli. babam fransa'da akademisyen."
"annen miydi koreli olan?"
kafasını olumluca salladığında, kollarımı göğsüme çektiğim bacaklarımın etrafına dolamıştım. dikkatle onu izliyordum.
"sen de dönecek misin fransa'ya?"
"ben nefret ederim fransa'dan." dediğinde, anlamsızca yüzüne bakmıştım.
fransız melezi olan bu adamın dili epey aykırı şeyler de konuşuyordu. dışarıdan onu izleyen biri estetik tutumu yüzünden bir fransız yakıştırması edebilirdi. lakin kendisi nefret ettiğini söylüyordu. kim bilir neden küsmüştü tabiri caizse aşıklar şehrine ya da ülkesine işte.
"paris'te mi kalıyordunuz?"
"evet."
seslice nefes verip sırtını ardındaki duvara yasladığında, belinden düşmek için fırsat kollayan pijamasına bakmıştım. kumaşı yumuşak ve efil görünüyordu. hava biraz serindi fakat üstündekiler çoktan yazı getirdiğini gösteriyordu. ses etmeyip yalnızca vücudunu izledim. dilim bir şeylerin kalabalığı için konuşmak istiyordu. lakin bugün yanında sessiz ve ıssız olasım geliyordu. çünkü bir derdi var gibiydi. desem anlatmazdı, bilirdim. yine de gururumu kırmaması için suskunca yüzünü ve zehrini içişini izledim.
"anlat bakalım, ne zamandır kore'desin sen de?"
birkaç saniye sorduğu soruyu düşünmüştüm. çaplı bir cevabı yoktu fakat yine de az duraksatmıştı. bunun üzerine düşünmeyeli uzun zaman oluyordu.
"avustralya'dan buraya geldiğimde liseye başlamamıştım. annem ve babam ayrı insanlarla evlenince çekmek istemedim." dediğimde kafasını olumluca sallamıştı.
"bir büyüğün ya da küçüğün var mı?"
"hayır tekim. sen?"
yüzüme kısa bir bakış atıp pencereye dönmüş ve mırıldanmıştı. "ben de... tekim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ağırlayın azrail'i ✔️
Fiksi Penggemar"seni sevmek için çok genç olduğumu söylüyorlar." 10.04.22 07.06.23 text-düz yazı