𓃭
Bir tabutta olmak gibi. Acelesiz, belki biraz ağır aksak ama sonuçta elde edeceğim devinim üstüme devrilmeden önce tüm bir hiyerarşiye karşı gelme isteği, bir tabutun içinde gibi hissettiriyor. İnsan öleceğini bile bile devam edebilir mi? Ayaktayım hâlâ, gariptir ki bu yirmi yedi senedir değişmedi.
Dum spiro spero. Nefes aldığım sürece umut ediyorum. Belki kolumdaki bu yazı her sabah bana hatırlattığındandır. Annesini öldürmüş, cehennemin yeni varisi, kurmalı bebek Vitaly.
Son Şans.
Bu sabahın en güzel vaktinde, çürüdükçe çürüyen içime rağmen, bana inat doğmayı ve bir Anka Kuşu gibi küllerinden dirilmeyi bırakmayan güneşin birkaç saat öncesinde, çırılçıplak bir şekilde tavanıma bakıyorum. İlaç demeye dilimin varmadığı haplar şöminede kül olalı bir iki gün oldu. Takip eden saatlerden beri depresif ruh hâli, uykusuzluk ve bolca baş ağrısıyla karşı karşıya olduğumdan, kendimi boğmak ve asmak ve en güzeli jiletlemekle ilgili sayısız hayal geçiyor kafamdan. Bir yanım delice koştuğum saatleri nasıl gerçek sandığımla alakalı olarak kendine inanamazken, diğer bir yanım bu sanrıyı hayata geçirmek istiyor. Çıplak ayaklarımı sokaktaki kar dağlasın, yerdeki kırık cam kessin istiyorum. Bir avuç çakıl yemek ve kendimi denize atmak istiyorum. Oysa hepsi birer yalan, bunları hür irademle istemem mümkün değil çünkü deli değilim. Başımdaki ölüm meleği haricinde canımı alabilecek kimse yok. Buna ben de dahil.
Üstünde öylece uzandığım ayı postlarını elimle yavaşça okşarken, çıplaklığımı odamdaki boydan cama yansıyan suretimle izlerken ve gözlerimdeki mavi ton bir hayli açılmışken; burnuma dolan nane ve maydanoz kokusunu iyice hissetmeye çalışıyorum. Fırtına bastırmadan nane toplamaya gideceğim diye düşündükten birkaç saat sonra oluştu bu koku. Deli değilim desem de delirmiş gibi kapıyı hiddetle açıp çıktım. Gecekondulardan on beş dakika yukarıda ıssız bir orman ve geniş bir otoban var. Oraya kadar koştum delice, çimenleri bulana dek durmadım, ayaklarım altında ezildi kuru otlar, nane bir ağacın dibinde yemyeşil parlarken öfkelendim. Yirmi metrelik dalgalar gibi yükseldim, kartal gibi daldım, kaplan gibi ahenkle yürüdüm oraya. Avuçlarım arasında ölen bir demet iflahımı doyurana kadar durmadım. Orayı geçip akan azıcık suda can bulmuş maydanozları, dereotlarını kopardım, toprak tırnaklarıma dek girdi ama ben ruhum sallandı sandım. Eve döndüm ve duş aldım. Giyinmeye üşendim, yattım kaldım, hâlâ yerde duran çamuru köklerinden temizlenmemiş otları izlerken belki on, belki yirmi dakika uyudum.
Sağıma dönüyorum yavaşça. İç çamaşırım hariç hiçbir şey yok üstümde. Hemen yanımda yatan Jion Jérome endorfin yüzünden tasasız bir uyku içinde. Kıskanıyorum onu, elimle alnına düşen saçlarını geriye itiyorum, iç çekerek uykusuna devam ediyor. Vakit tavana kısıkça yansıyan holografik saate bakılırsa altı elli bir.
Hâlâ yatağımda uyuyan genç oğlanı izliyorum. Babamın dışarı çıkmadan önce beni arayışından beri içimi kemiren düşünceleri kontrol altına almaya çalışıyorum. Çocuğun uyanmasını beklemeden evden ayrılmak istemiyorum hiç, nedense, bilincini geri kazandığında beni göremezse endişe duyacağını düşünüyor benliğim. Yattığım geniş yataktan kalkıyorum bu yüzden. Evin boydan camlarından görüldüğü üzere hava kapalı, yağmurun gri bulutları çiseleyen damlaları rüzgârla birlikte savuruyor. Atmosfer soğuk bir buz tabakasına çarpıp geri sekiyor gibi beyaz buharlar oluştururken bakışlarım camın gerisinde olanlardan çocuğa çevriliyor yine.
Evim bir oda ve salondan oluştuğu için, yatak odası olarak salonu kullanıyorum. Çift kişilik yatağım, yatağın yanındaki küçük çekmeceli bir dolap, aynalı gardırop ve koltuğumdan oluşuyor geniş oda. Diğer odam çalışma odası şeklinde kullanıldığından yaşadığım yerde ilgi çekici pek bir şeye sahip değilim. Güneş görmüyor, manzarası yalnızca yağmur ve bulutlar, yerdeki İran halısı bile solmuş. Ben ve çevrem tamamen soluk renklerden oluşuyoruz.