Bölüm şarkısı: Neyse-Siyah
***
On üç yaşında bir kız çocuğu.. Ablasıyla gülüp eğlenen, çoğu zaman kavga eden ama yine de ablasını en yakın arkadaşı olarak gören bir kız çocuğu. Yıllarca büyüğünü görmüş, ona özenmiş, onu örnek almış. Bakmış o sarıdan hoşlanıyor, kırmızıyı hiç düşünmemiş. Bakmış o çikolatalı pastayı tercih ediyor, meyveliye hiç özenmemiş, fark etmiş ki o annesini çok seviyor, annesinin bütün sevgisi ablasının olsun diye dua etmiş. Kalbi temiz ya kabul olmuş ettiği dua. Bazen üzülmüş, bazen kırılmış, bazen sorgulamış bu durumu ama sonunda ablasının deyimiyle bacak kadar boyuyla kabullenmiş.
Sonra bir gün ansızın elinden kayıp gitmiş ablası. 'Artık yok' demişler, 'Öldü ve bir daha gelmeyecek'. 'Kuşum gibi mi?' demiş küçük kız. Kuşum gibi...
Masal gibi, destan gibi, şehir efsanesi gibi geliyordu bazı şeyler insana. Dinliyorsun ama bir tek küçükken sorgulamıyorsun gerçekliğini. Önce hayal ediyorsun söylenenleri, hayvanların sohbetini, savaşları, kahramanları. Sonrasında kabulleniş. Büyüdükçe eşeliyor insan üstünde durduğu toprağı, altında ne var merak ediyor, sorguluyor hatta inanmıyor veya inanamıyor gerçekliğine.
Küçükken kolay olmuştu kabullenişim. 'Tamam' demiştim 'Ablam beni görecek ama ben onu göremeyeceğim, anladım. Aynı kuşum gibi.' Yokluğunu düşündüğümde ağlamış, üzülmüş ama sonra yalnız oynamayı öğrenmiştim.
Şimdi eşelediğim toprağın altından göğe bakınca anlamıştım gerçeği. İnsan asla öğrenemiyor yalnız oynamayı. Bir kere yalnızlaştı mı mecbur kalıyor oyunları kendi kurup, kendi bozmaya. Mecbur kalıyor avunup, kanmaya.
Peki şimdi nasıl kandıracaktım kendimi? Anne babamın cenazesine ev sahipliği yaptığım bu evde, taziyeye gelen insanlarla beraber bulunduğum bu salonda, oturduğum koltuğun en köşesinde neyle avutacaktım kendimi?
Yüzüme bakan gözleri görmüyor, kurulan cümleleri işitmiyordum. Durgunluğum verilen sakinleştiriciden miydi bilmiyorum ama ağlayamıyordum bile. Sadece boş bakışlarımı halıya dikiyor, bazen omuzumu sıvazlayan ellere aldırış etmiyor, bazen gözlerimi kapatıp öylece duruyordum. Dışardan nasıl görünüyordum bilmiyorum ama içimde perişandım. Mecalim olsa bir de oturur kendim için ağlardım. 'Vah, vah, vah!' derdim 'Kızın haline bak, iki günde çökmüş. Ablasını kaybettiği yetmiyormuş gibi bir de hem öksüz hem yetim kaldı gencecik yaşında.'
Derdim de derdim.
Ama insan içindeki aynayla baş başa kalınca kendine başkalaşıyormuş. O kadar yabancılaşıyormuş ki, düşünmeye, duygularını itiraf etmeye çekiniyormuş. Bir şeyleri kabullenmektense yok olmayı tercih ediyormuş.
O gece, o arabada bedenim ölmedi belki ama masallara sorgulamadan inanan o küçük kızı ben, kendi ellerimle mezara gömmüştüm. İnanmak istemeyen benliğim kanmaktansa, öldürmeyi tercih etmişti. Belki kabullensem, ağlasam, ağıtlar yaksam, herhangi bir tepki versem her şey daha kolay ve olması gerektiği gibi olurdu. Ama kandıramamıştım işte aklımı, inanmak istemiyordu. Öldüklerine inanamıyordum. Herkesi, her şeyimi, ailemi kaybettiğime inanamıyordum. Bir umut heyulamdan uyanıp, üstümdeki ölü toprağı atıp hayatıma devam edeceğimi düşünüyordum. Belki asıl yalan, asıl kendini kandırış buydu. Belki de 13 yaşımı değil de kendimi öldürmeliydim.
Zehra'nın yanıma gelip konuşmasıyla elim boynuma geçirdiğim umut ipinin üstünde kaldı.
'Güzelim hadi gel biz odana çıkalım'
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HEYULA
Teen Fiction...Üstündeki eşyalardan bağımsız gözlerine bakarak konuştum. 'Çok siyahsın' Dalgın bakışlarım ellerime düştü ve damarlarımı incelerken, parmak çizgilerim yerini karanlık, çıkmaz sokaklara bıraktı. Beni siyah gözlere esir eden, dilsiz, hare...