VIII: Luna Krallığı

5 1 0
                                    

Halk hikayelerinde, Luna Krallığı'na, İskoçya'daki Dunnottar Kalesi aracılığıyla ulaşılabileceği söylenirdi.

Kraliçe Helen'ın insan dünyasından kendi uygarlığına bu kaleye gelip bir geçit oluşturarak Luna'ya geçtiği anlatılırdı. Bu yüzden günümüzde bir harabe olan o kale, Helen'ın efsanevi hikayeleri yüzünden daha çok turist çekiyordu. Ancak görünen o ki eğer kendi hikayelerini insanlara paylaşan kişi Helen ise bu konuda oldukça takdire şayan bir kandırmaca yapmıştı. Hikayelerinde bambaşka bir yer söylemiş, uygarlığının asıl kapısının olduğu yeri insanlardan uzak tutmuştu. Aslında Büyük Meşe Ağacı da hem fiziksel görünüşü hem de Robin Hood efsanelerinin geçtiği ormanda yer aldığı için oldukça ünlüdür ancak orayı kimsenin - özellikle güneş battıktan sonra - Helen'ın krallığını kapısı olduğunu bilerek gideceğini düşünmüyordum. Üstelik olsa bile gizlenme büyüleri olmalıydı.

Yine de küçüklüğümden beri duyduğum hiçbir Luna masalı, şu an içinde bulunduğum ortamın beni büyülediği kadar büyüleyemezdi.

Öncelikle Elizabeth'in yaptığı sihirle Sherwood Ormanından ayrılıp kendimizi Luna Krallığı'nda bulduğumuzda bizi ilk başta atımsı uçan yaratıklar karşıladı. Hepsi birbirinden farklı renkte, vücutlarının zayıf yapısından kemikleri belirgindi. Havada her kanatlarını çırptıklarında bedenlerinden dumanlar yayılıyordu.

"Procella'lar." demişti Alex bizi sırtlarına aldıklarında. "Latince fırtına demek."

Toz pembe renkte olan Elizabeth'i, siyah olan Henry'i ve karamel rengindeki ise beni ve Alex'i sırtına almıştı. "Procellalar, sadece ilk uçtuğu kişiyle uçar yaşamı boyu. Senin daha olmadığından Olympias ikimizi de götürme inceliğinde bulundu. Eh, inanılmaz bir şövalye olduğumdan uygarlığa yeni gelmiş genç bir hanımefendiye ben refakat edecektim tabii ki. Sağol tatlı kızım!" deyip atının başını okşadı Alex. Ona göz devirip gülsem de arkamda durduğundan bunu görmemişti.

"Hadi artık, akşam ışıkları yanmadan Grand Palais'e varmamız gerekiyordu." Henry donuk bir tonla konuştuktan sonra atına yani Procella'sına komut edip uygarlığın içine doğru ilerledi.

Onun arkasından da biz ve Elizabeth havada krallığın içinde ilerlemeye başladık.

Açıkçası sevgili okur, bu Procella'ların pegasuslar gibi oldukları söylenemezdi. Bacakları kısa ve cılızdı. Bu yüzden uçarlarken ön bacaklarını kendilerine doğru çekiyor, yarım bir şah duruşuyla havada süzülüyorlardı. Bundan dolayı da sırtlarından kayıp düşmemek için onların boyunlarının yakınında bir yere tutunmalıydınız. Bu daha savaşçıl bir hava kattığı için çok hoşuma gitse de görgü okullarındaki öğretmenlerin uygun bulacağı bir duruş değildi.

"Diana ve Minerva'nın heykelleri." dedi Elizabeth eliyle karşımızdakini göstererek. On katlı bir apartman büyüklüğünde tahtadan bir geçit vardı karşımızda. Geçidin sol yanında sekiz katlı bir apartman uzunluğunda bir Diana heykeli, sağ tarafında ise Minerva heykeli vardı. Heykellerle geçidin aralarına yanan devasa meşaleler konmuştu.

Geçidin içinden Procella'larla geçtiğimizde öylece karşıma baktım. Özellikle sihrin sadece masallarda olduğunu anlatan bir dünyada büyüdükten sonra buna inanmak gerçekten güçtü. Ancak gerçekti...Luna Krallığı'ndaydım!

O üçünün anlattıkları yaratıklar da burada geziniyordu. Aslanlar, Yılanlar, Melezler ve Cadılar...Birkaçı bizi gördüklerinde Alex'e ve Elizabeth'e el sallıyor, kimileri Henry'e eğilerek resmî bir selam veriyor bana da Bu kız da hangi cehennemden çıktı? bakışıyla bakıp tekrar işlerine dönüyorlardı.

Başka bir sürü Procella da sırtlarında binicileriyle havada uçuyordu. Fark ettiğim başka bir şey de bir sürü yanan mumun krallığın içerisinde havada süzülmeleriydi. Bulutların oradan aşağıya, evlerin oradan başka yönlere mumlar hareket ediyorlardı.

GÖLGELER ORKESTRASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin