XV: Kilisedeki Çocuk

26 0 0
                                    

Hayatım boyunca her zaman gerçeklikten kaçmaya çalışan biri olmuştum.

Hayatın gerçekliğinin çirkinliği her zaman midemi bulandırmıştı. Her açıdan huzurlu ve masalımsı bir pitoreskliğe sahip olan kasabımın dışını çirkinliğe sahip bir gerçeklik olarak görmüştüm.
.
Bunun diğer bir tanımı da 'Konfor alanından ayrılmak istememek' olabilirdi. Kasabamdan yani konfor alanımdan ayrılmak fikri bana korkunç geliyordu. Yüzlerine aşina olmadığım bir yerde özellikle Londra gibi kalabalığın, gürültünün olduğu büyük şehirlerde...Etrafımda onca insan olmasına rağmen kendimi yalnız hissettiriyordu.

Konfor alanım olan kasabamdan ayrılmamak hiçbir zaman bana korkunç, tedirgin edici bir duygu hissettirmemişti. Hatta tam tersi New Moon Hollow'da olmak bana huzur veriyordu. Ve böyle bir yerin bana verdiği hissiyatı ve rahatlığı başka hiçbir yerde bulamayacağımı biliyordum.

Evimin yumuşak çimenlerinin üzerinde ya da sonbahar yaprağı renginde koltuğumda kitapların içinde kaybolmak dünyayı gezmesem bile gezmiş kadar bir hisssiyat veriyordu. Yeni dünyalar, evrenler keşfediyor, birbirinden farklı kişilerle tanışıyor, binlerce hayat yaşıyordum. Üstelik bu tarz kitaplarda, dünyayı gezerken karşılacağınız çirkinlikler yoktu.

Şimdi şunu sorduğunuzu biliyorum: Kasabandan çıkmak fikrinden hoşlanmıyorsan o zaman Luna'ya gelme fikrini nasıl kabul ettin?

Öncelikle Luna'ya gelmemin sebebi müzedeki olayın benim sebep vermiş olmamdı. İkincisi de Luna Krallığı bana hayatın gerçekliğinin çirkinliğini sunmuyordu. Buraya gelirken ve burada bulunduğum şu kısacık zaman da bunu anlamama yetmişti. Burası sadece kitaplarda okuyabileceğim türden bir yerdi. Şu ana kadar gördüğüm en güzel, en masalsı şey...

Ta ki şimdiye dek.

En son 1250 yılında bu görkemli görünümüne sahip olan Saint George Kilisesi, gri gökyüzünün altında daha da güzel görünüyordu. İsa heykelinin yanındaki büyük meşe ağacının yaprakları sakin bir ritimle bir ileri bir geri sallanıyordu. Etrafta beyaz güllerlerinkiyle karışmış ıslak toprak kokusu hakimdi. Kilise duvarlarının ardında bir tilki koşarak çalılıkların içerisine karıştı. Ancak tüm bunlar ağacın altındaki kişiyi gördüğümde bulanıklaşarak yok oldu.

Yine o manastır cüppesinin içindeydi. Simsiyah cüppesinin atlına aynı renk ayakkabılar giymişti. Yaşı on sekiz-yirmi arasında olmalıydı. Boyu çok uzundu. Omuzları Pasifik Okyanusu kadar genişti. Tertemiz parmaklarının tuttuğu elinde kalın, kahverengi ciltli bir kitap vardı. Yumuşacık görünen dalgalı siyah saç bukleleri gözlerinin önüne düşüyordu. Gözleri ise...Hayatımda gördüğüm en güzel gözlerdi. Kuzey ışıklarını andıran bir yeşil...

Şu ana kadar gördüğün en yakışıklı kişi kimdi sevgili okur? Henry Cavill? Leonardo DiCaprio'nun gençliği? Yoldayken gördüğümüz ve bir daha hiç karşımıza çıkmayan metrodaki o yolcular?

Bu andan önce benim için böyle spesifik bir kişi varsa bile artık bulutlara karışıp sonsuz dek yok olmuştu. Dalgalı siyah saçlarından rüya gibi yeşil gözlerine, kemikli yüz hatlarından beyaz tenine renk veren kırmızı yanaklarına...Şu ana kadar gördüğüm en mükemmel şeydi. Zaman benim için durmuştu adeta.

Tıpkı Alice Harikalar Diyarında'da denildiği gibi:

Alice: Sonsuzluk ne kadar sürer? Beyaz Tavşan: Bazen sadece bir saniye.

Onu gördüğüm o ilk an bana sonsuza kadar sürmüş gibi gelmişti. Bu yüzden o güzel dudakları yukarı doğru kıvrılıp "Tekrar merhaba, Ophelia." dediğinde birkaç saniye bir şey diyememiştim. Konuşabildiğimde ise "M-merhaba." diye kekeleyebilmiştim sadece.

GÖLGELER ORKESTRASIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin