"Hemşire." diye seslendim, bağırmaya gerek duymadan. Yumruğumu da iki kez kapıya vurmuştum. "Yeni kitaba ihtiyacım var." Herhangi bir onaylama gelmese de kapıdan uzaklaştım ve yatağıma oturdum. Emanet gibi. Canım ve varlığım, sanki benim değilmiş gibi, bir yabancı geçerken aceleyle elime tutuşturulmuş gibi bir şeydi. Bekliyordum. Aslında burada ölmek de istemiyordum. Sağlığımda da herhangi bir sıkıntı yoktu. Sadece zayıftım. Zayıflamıştım, daha doğrusu. Deli olduğumu düşünüyorlardı. Halbuki bir şeyim falan yoktu. Buraya tıkılmıştım. Asıl sorun, burasıydı. Bu odaydı. Bir deliyi doğaya salmalıydınız. Nerede olduğu bilinmez bir yol üstünde, müsait bir yerde indirmeliydiniz. Burası fazlaydı. Tıp, gururunu ayaklar altına alıp kabul etmeliydi bu saçmalığı. İlaçlar, bir boka yaramıyordu.
Kitabımın, yemeğin gönderildiği gibi küçük aralıktan odama düşmesini beklesem de, beklediğim gibi olmadı. Kapımın kilidi oynadı. Klik. Kapı kolu aşağı eğildiğinde sadece izliyordum. İlaçlar, yemeğin içine koyulup verilirdi. İlacı reddetseniz de ölmeyi istemediğiniz sürece yemeği yememe gibi bir seçeneğiniz olmazdı. Bu yüzden sadece izlenirdik. Tavanın bir köşesindeki kameradan. Hemşireler, bir sinir krizi anında atlara yapılanlar kadar güçlü sakinleştiricilerle odaya dalmadığı sürece normal sebeplerden nadiren odaya girerlerdi. Bazen insanlık edip birkaç hafta idare edecek temiz şeyler getirirlerdi.
Kapı açıldığında önce koridorun beyaz ışığı içeri girdi. Ardından siyah postallar gördüm. Siyah postal? Hemşireler siyah postal falan giymezdi. Benim ayakkabılarım, yatağın altındaydı. Odadan çıktığım yoktu, tuvalet bile odamla bir kapıyla ayrılmış halde, içerideydi. O yüzden geçmişim gibi bir şeylerin altına itelemiştim ayakkabılarımı da.
O zaman bu siyah postallar, neyin nesiydi?
Suratına baktığımda irkildim.
İnsan. Benden başka biri.
Allah kahretsin, ben artık gerçek anlamda deliydim.
Elinde tuttuğu kitabı yatağıma attıktan sonra karşımdaki yatağa oturdu. "Onu sana vermemi söylediler."
Duvara doğru yaklaştım. "Sen kimsin?" Sorumu sorabilmem birkaç dakikamı almıştı çünkü idrak etmeye çalışmakla meşguldüm. İhtimaller, sayfalar süren bir ferman gibi önüme diziliyordu. O ise yatağa biraz daha yerleştirdi ve bir ayağını öbürünün üzerine yerleştirerek rahat bir pozisyon aldı. Cevap vermesini bekledim.
"Yeni koğuş arkadaşın." Ne koğuş arkadaşım olması mantıklıydı, ne de arkadaşım olması. Bir kere, her ne kadar saçma bir kurum olsa da bir erkeğin bir kızla kalabilmesi ihtimali çok düşüktü. Öyle olmalıydı.
Ona bunlardan bahsetmedim. "Benim koğuş arkadaşım olmaz." Bana kısa bir bakış atıp kafasını pencereye çevirdi. "Oluyormuş demek ki. Küçük bir hapishaneye tıkılınca olasılıklar da daralmıyor."
"Olasılıkların daralmasından bahsetmiyorum. Eğer bir koğuş arkadaşım olacak olsaydı, en başından olurdu. Saçmalık. Ve bunun olasılıklarla bir alakası yok."
"Dışarıda hâlâ birileri delirmeye ihtiyaç duyuyor olabilir, küçük kız." Konuşurken bana bakmıyordu ama ben başka yere bakamamıştım. "Ve deliler, gökyüzüne uçmak ister ama başını kaldırıp yukarı bakmak istesen dahi başkaldırdın sanarlar. Bu yüzden her seferinde onları alıp bir kutuya tıkarlar. Burası olmuş, başka bir yer olmuş. Fark etmez."
Biraz daha rahatlamış hissediyordum sanırım. Ama yine de tuhaftı. Dolaylı yoldan deli olduğunu söylese de öyle durmuyordu. Yine de ona sormayacaktım. Bana sorulmasını da istemezdim çünkü. Sessiz bir anlaşma gibiydi.
Bakışlarımı üzerinden çektim, yalnızken ne yapıyorsam onu yaptım. Kitabımı aldım ve dünyadan biraz uzaklaştım.