-Rindou-
Bir süredir kötü bir ruh halinde olduğumdan insanlardan uzaklaştığımı biliyordum; canım hiçbir şey yapmak istemiyordu, bir kişiyle bile görüşmek istemiyordum. O zamanlar kimse neler olduğunun farkında bile değildi. Tanrılar bile saklandığımı göremiyorlardı.
Buz şatoma giriş yaptığım gibi yere yığılmam bir oldu. Artık bu hayatı ne ruhen ne de fiziksel olarak kaldırabiliyordum. Bu hastalıklı dünyada her geçen gün çürüyordum. Yardıma ihtiyacım vardı ama sırtımı dayayabileceğim bir duvar yoktu. Kimsesizdim.
Gözlerimi yavaşça araladım. Ayılmış olmama rağmen tıpkı bayılmadan önceki gibi başım dönüyordu, çarpıntım vardı. Derin bir nefes almaya çalıştım ama çabam güçlü bir iç çekişe dönüştü. Şuracıkta ölmüş olsaydım kendimi şanslı görürdüm.
Ayağa kalkarak ağır ağır yürüdüm. Başımı buz sütuna yasladığımda tekrar gözyaşı dökmeye başladım. Neden tam her şey yolunda derken kaybeden taraf ben oluyordum? Neden üzülmesi gereken kişi her seferinde ben oluyordum? Ne zaman benim mutluluğumun sırası gelecekti?
Dökülen gözyaşlarım buz zeminde kristalleşirken kafamın içi hem üzüntüden hem de soğuktan uyuştuğundan öylece bakakaldım. Akabinde Tanrı Ran'ın sesi duyuldu. "Seni hak etmiyorlar. İnsanlar Tanrılar'a karşı nankördür, Rindou. Sen onlar için üzülüyorsun belki ama onlar arkandan iş çevirmek için fırsat kolluyorlar."
"Sus artık!" Tanrı Ran'ı terslemekten ve ona çıkışmaktan hiç hoşlanmazdım ama bana başka seçenek vermiyordu. Bir şekilde onu susturmak zorundaydım. "Hepiniz susun artık. Bana zarar vermek dışında bir şey yaptığınız yok. Ölmeden önce kendim ve halkım için sadece bir süreliğine huzur istiyorum sadece."
"Rindou, biz seni seviyoruz ama anlamlandıramadığımız bir şekilde saçma davranmaya başladın. Hep birlikte bir toplantı yapıp, neler olduğunu konuşabiliriz. Hem sen de taleplerini dile getirirsin... İnsanların önünde birbirimizi yemenin bir manası yok. Diğerlerine bir şeyler anlatmadan önce benimle konuşmak ister misin?"
Onun yalan söylediğini biliyordum. Beni sevdikleri yoktu. Tanrılar hissiz olurdu. Bir süre öncesine kadar ben de öyleydim. Çarpmayan kalbimden sevgi ve diğer duygular da tamamen ıraktı. Onlar sadece bir şeylerin insanlara yansıtılmasını istemiyorlardı. O yüzden beni kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı.
Bir sohbetten huzursuzca kaçınmaya çalışırken, Tanrı Ran bana yaklaşarak başımı tuttu ve beni bağrına bastı. Sadece bir umuttu, kalbinin sesini duymak için kulağımı göğüs kafesine yaslayarak dinledim ama tık yoktu. Hala ölü bir ölümsüzdü.
Hemen geri çekilerek ondan uzaklaştım. "Sana neler olduğunu göstereceğim, ağabey." Ağabeyim olduğunu hatırlattığım için gerildi ve göz ucuyla etrafına bakındı. "Bunu istersen diğerlerine anlat, istersen saklamaya devam et. Umurumda bile değil. İstersen tüm Japonya'ya duyur: Rindou yaşama döndü."
Onun kafasındaki soru işaretleri artarken, bir dikit kullanarak avuç içimi kestim. Binlerce yıldır hiçbir yaralanmadan kan kaybetmemiştik. Derimizin delindiği olurdu ama bir damla dahi kan dökmezdik.
Bundan böyle bu durumun tam tersini yaşıyordum. Avuç içimden çıkan kan dirseğime doğru akarken elimi ağabeyime gösterdim. "Bak! Buna iyi bak, ağabey! Nasıl oldu bilmiyorum ama ben yeniden hayata döndüm. Nefes alıyorum, hissediyorum. Sizin aksinize bir şeyleri görebiliyorum. Japonya'yı mahvettik!"
Ağabeyimin mor yıldırımlarını etrafta gördüğümde tedirgin olarak gözlerimi kapattım. Ona bile güvenmiyordum. O kadar duygusuzdu ki kim olduğumu önemsemeden beni bile öldürme potansiyeli vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ankoku Jidai 卍 Tokyo Revengers AU
Fanfictionİnsanların hükmedebildiği dört element vardı ve dünyamızı Tenjiku ismiyle bilinen yedi Tanrı yönetiyordu. Onların merhametli Tanrılar oldukları söylenemezdi. Daha da kötüsü yenilmez ve Tanrı isminden bekleneceği üzere ölümsüz olmalarıydı. Gaddar Tan...