harry's pov
"Harry..."
Adımı zikreden küçük fısıltısı kulaklarıma dolduğunda hafifçe gülümsedim. Beni çağırıyordu, beni düşünüyordu. Adımı fısıldayışındaki merakla karışık ürpertiyi duyabiliyordum. Nefret değil, tiksinme değil, korku değil. Merak.
Girdiğim evden çıkıp bulunduğu yere gitmek üzere ayaklarıma emir verdim. Beni çağırıyordu, elbette gidecektim.
Ancak küçük yarasam etrafımda dönmeye başladı.
Giderek arttırdığı hızıyla etrafımda dört dönüyordu. Sabırla oyununu bitirmesini bekledim ama beni delirtene kadar durmaya niyeti yok gibiydi.
"Dur artık."
Kapıya doğru bir adım attığımda bana daha yakın bir eksende dönmeye başladı.
"Saçmalama, çıkacağım."
İstifini bozmadan dönmeye devam etti. Derin bir nefes alıp görmezden gelmeyi denedim ama kapıdan dönene kadar durmayacağını biliyordum. Kapıdan çıktığım an ekseni küçültecek, kanatlarıyla yanaklarımı tokatlamaya başlayacaktı. Yıllardır hep aynı senaryoyu yaşıyorduk.
Olduğum yerde arkama döndüm. "Tamam, gitmiyorum bir yere."
Döndüğümde yavaşladı ve biraz daha uzaklaştı. Ama hala devam ediyordu. "Zayn! Derdin ne senin? Dur artık."
Yeterince tadını çıkardığından emin olduğunda süzülerek karşımda durdu ve çıkardığı siyah dumanla insan formuna döndü.
Siyah, çatık kaşları ve ela gözlerini çevreleyen siyah kirpikleriyle süslenmiş her zamanki sert ifadesiyle suratıma gözlerini dikti. Gözlerinin arkasındaki keyif alan ifadesini de görebiliyordum.
"Nereye gidiyorsun?"
"Avlanmaya."
"Hayır, kan içmişsin. Üstünde başka garip bir koku var, hoşuma gitmedi." Bakışlarını üzerimden çekip döndü ve arkasındaki geniş koltuğa attı kendini. Koca şatodaki en sevdiği yerlerden biriydi o koltuk. Yüzyıllardır eskidikçe aynı kişiye yenisini yaptırıyor ve aynı yere koyuyordu.
Ve haklıydı, Louis gittikten sonra doymak için başka birini bulmuştum.
"Ne kokusu?"
"Bilmiyorum, su gibi kokuyor."
"Su gibi mi?"
Başını salladı kafası karışmış bir şekilde. "Normalde leş gibi hasta insan, alkol ve sigara kokarsın. O da var, tabii ama su kokusu geliyor üstünden."
Yüzümü buruşturup çaprazındaki tekli koltuğa oturdum. "Suyun kokusu mu var, Zayn?"
Sessizce küfretti. "Ne bileyim işte, ferah, temiz bir koku. Ama net bir kokusu da yok gibi. Kimin kokusu bu?"
Hayır, Louis'nin kesinlikle bir kokusu vardı. Evet ferahtı, ancak su kadar sessiz bir koku değildi. Nasıl tarif edeceğimi bile bilmiyordum, çok yoğun ve eşsiz bir kokuydu. Sanki çiçeklerle dolu bir seraya girmişsin de suratına çarpan o güzel koku ciğerlerini boğuyormuş gibiydi. Yalnızca çiçek kokusu da değildi, içinde serin bir his, odunsu bir ferahlık da vardı.
Başka şeyleri de içeriyordu ama şu ana kadar seçebildiklerim bunlardı. Kokusundaki bütün elementleri keşfetmek isteyen yanım sabırsızlıkla kıpırdanıyordu zihnimde. Ve kokusu böyle olan bir insanının kanının tadını alma hayalleriyle ellerini ovuşturuyordu.
"Hey! Kime diyorum? Kimin kokusu bu?"
"Zayn darlama yavrum be. Bardan birini buldum işte."
Dudağını büzdü ikna olmamış bir ifadeyle. "Az önce nereye gidiyordun?"
Oflayıp başımı koltuğa yaslandım. "Zayn, bana aşıksan ve bunu yüzyıllardır saklıyorsan sana çok gülerim. Küfrettiğim zaman mutlu mu olacaksın?"
"Bir şey saklıyorsun, onu çözmem lazım."
Başımı kaldırdım ikna olması için gözlerine bakarak. "Bir şey saklamıyorum."
Omuzlarımı işaret etti kaşlarıyla. "Ondan mı büzdün omuzlarını?"
Bir insanla birkaç yüzyıl arkadaş olmanın kötü tarafı da buydu. Her hareketini öğreniyordu ve bir noktadan sonra tüm benliğini kitap gibi okumaya başlıyordu. Hafifçe sallayarak rahat bıraktım omuzlarımı ve başımı tekrar koltuğa yasladım. "Anlatmak istemiyorum."
Çözene kadar anlatmayı düşünmüyordum bu olayı. Bir insanı neden ısıramadığımın sebebini bulmam gerekiyordu. Ve nasıl ısıracağımın yolunu...
"Ne demek anlatmak istemiyorum? Öldüreyim kendimi de gör."
Başımı koltuğa yasladığım yerde salladım hafifçe. "Hadi öldür de bi göreyim."
İkimiz de hayatımızın belli noktalarında bunu denemiştik ve olmamıştı. Olmayacaktı da. Çünkü dünyada hapis kalmıştık. Biz öğretilen kurallarla, çizilen sınırların içinde oynamamız gereken bir oyun vardı ve oyunu terk etme seçeneği sunulmamıştı. İnsanlar için oyunu terk etmek günahtı, ayıptı, cesaret isterdi. Bizim için öyle bir şey söz konusu değildi; oyundan çıkmak, oyuna dahil bile değildi.
Bedenine zarar verirsen, belli bir süre iz kalıyor, sonra geçiyordu.
Kan içmezsen başta sadece ilkelleşiyor, içgüdüsel hareket etmeye başlıyordun. Ama onları da kontrol edip aç kalmaya devam edersen de bilincini kaybedip kana susamış bir zombiye dönüşüyordun.
Kalbe kazık çakma muhabbeti de bir işe yaramamıştı, kendi kalbine kazık çakmak pek kolay olmuyordu. Zayn dışında beni öldürmesini isteyeceğim biri de yoktu, kimseye "Harry Edward Styles'ı öldürdüm" deme zevkini yaşatmak istemiyordum. Zayn de bunu yapmazdı. Çünkü annem Zayn'i mahvederdi.
Yasladığım yerden kafamı kaldırdım aklıma gelen fikirle. Zayn anlamaya çalışan gözlerle beni izlerken cebimden telefonumu çıkarıp anneme buraya gelmesini rica eden bir mesaj attım.
Cevap kısa ve netti, yarın geleceğini söylüyordu.
Anneme sorabilirdim.
•
medya harry's house 🏡
zayn'im de geldi...
-ariadne
ŞİMDİ OKUDUĞUN
The Moira (DÜZENLENİYOR)
FanfictionKoku tüm zihnini, tüm duyularını işgal etmiş gibiydi. Parmaklarıyla uzun saçlarını tarayıp başını geriye yatırdı. Yüksek sesli müzik kulaklarını çınlatırken vücuduna çarpan vücutların teninde uzun, çok uzun süreli morluklar oluşturacağını biliyordu...