Sustur içindeki insanlığı, savaşını kimse duymasın, ağlama, ağlamak erkek adamlara yakışmaz. Sus ve kendi savaşına dön azizim'benim kavgam kendimle
adler teenager idari binası gece üç otuz
Çürümüş birer kemikten beterdi halim, evini, yurdunu kaybetmiş tüm evsizlerden daha yurtsuz hissediyorum kendimi. Zira yuva diyebileceğim tek bir çatı dahi yoktu, babamın gölgesinin eksik olmadığı koca yalıda evim diyebileceğim yerlerde otururken kendimi diken üstündeymişcesine hissediyordum. Afilli odaların güzel duvarları ruhumu sıkıştırırdı, o duvarlar bana her yaramazlık yaptığımda babamdan yediğim azarları, dayakları hatırlatırdı. O duvarlardaki desenleri ezberlerdim bir deli gibi, işlediğim her kusurumba babam beni karşısına dikeltir, saatlerce ağza alınmayacak sòzlerle duvardan beter hale gitirdi beni. Beton yığını gibi soğurdu içim, parçalanıp dökülürdü. Küçükken babamın çalışma odasının duvarlarından nefret ederdim, oraya astığı aile yadigari tablolardan -zira taş kafam o sürrealist resimlerde aslında ne anlatıldığını asla anlamazdı- nefret ederdim, odasındaki mürekkep, matba kokusu içimi daraltır, bir azılı suçlu gibi kağıt parçalarında idamımı yazmasından korkar, bundan büyük endişe duyardım. Yediğim tokatlar beni büyütmez, adete küçültüp, unufak ederdi. Halim evsizlerden beterdi. Halim hal değildi ve parçalanmış ruhumun acısını çıkardığım komünist çocuk baygın yatıyordu. Tükenmiş, tüketmiştik bazı şeyleri. Bunu görüyor, buna sebep olurken diri bir şekilde hissediyordum.
Depo tarzı izbe yerin duvarlarının çataklakların çizgilerini gözlerimle takip edecek kadar oturduğum zeminde hissizleştiğimde karşımda oturan komünistin boğuk sesle sızlanmalarını işttiğimde kafamı duvarlardan çekip can çekişen yüzünü inceledim. Yüzündeki kanlar tıpkı duvarda oluşan çatlaklar gibi teninde ayrı yol çizerek iz bırakmıştı, onu harabeye çevirmiştim. Etten, kemikten ve kandan oluşan pespaye bir harabeye dönmüştü yüzü. Boğazındaki ağrıdan ne bağırabiliyor ne de adam akıllı sızlanabiliyordu. Onu bu odada benden başka kimse duyamazdı, ki bende sesini dikkatle dinleyip, odanın sükunetine uyum sağlamasaydım, cılız iniltilerini duyabileceğimden emin değildim. Ruhum boşluğun ortasında, adı hissizlik denilen evrende bir başında sebepsizce bekliyordu ve onun her sızlanışı ruhumun merkezindeki evrende çığlık misali yankılanıyordu. Bu yankı adete savaş çanları misali kulaklarımı tınlıyor, aslında volümü düşük, dikkat kesilmese kimsenin algılayamayacağı bu ses ruhumda ipi çekilen bombalar misali gürültüyle patlıyor, beni rahatsız ediyordu. Koministin varlığı beni rahatsız ediyor, bu durumdan kurtulmak istiyordum.
Fakat kurtulacak gücü kendimde bulamıyordum, oturduğum zemine civilenmiş gibiydim. Saat kaçtı bilmiyordum, sabah mı olmuştu yoksa çoktan başka bir sabahın gecesinde miydik? Her şey yavaş mıydı yoksa zaman ayaklarımın altından kayıp gitmiş miydi? Neyi kaçırmış, neyi tutamamıştım? Başım ağrıyordu, uykusuzluktandır diye düşündüm. Son zamanlarda şehir misali gözüme uyku girmemişti, ailemin baskısı, kurulun bitmek bilmeyen dertleri olsun hepsi bir yerden bedenimi tüketmek için and içmişler gibiydi. O antın ağırlığından sıkılmış, yorulmuştum. Yirmilerinde genc ruhumun sanki yaşı otuza dayanmıştı, bedenim ayrı, ruhum ayrı bitikti. Hangisine ilac bulacağımı bilmiyordum. Kafam bulanıktı ve bu bulanıklığın sinirini, stresini bir türlü atamıyordum. Göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Uyku denilen sessiz ölüme teslim olmadan önce görebildiğim tek şey komünistin kanla kaplı yüzüydü.
saat sabah beş buçuk
(ilahı bakış açısı)
Genç adam sırtından uzuvlarına değin zehir misali inen sancıya içinden lanetler savurdu, bedeninin gücünün sınırlarındaydı ve ağzını açsa kan tadının hissiyle kusabilirdi. Hayatında kendini hiç bu denli aciz, fakat aynı zamanda usanmaz (adeta bir savaşcı gibi) hissetmemişti. Şimdi mektepten arkadaşları yanında olsa onunla bir güzel alay eder lakin gerçeklikle başbaşa kaldıklarında bu harabeye dönen gencin inadına, sabrına ve cesaretine büyük şaşkınlık içerisinde saygı duyarlardı. Yirmilerinde Jeongguk dayakla uslanmaz ve temelinde adalet hırsıyla dolup taşmış cesaretini yüreğinde taşıyan sıradan bir genç adamdı lakin onun adı fakultede hiç dinmez, bazı komunist gençlerde övgü ve samimiyetle anılırken, şimdi dayağının eserine imza atan milliyetçi kesimin gözünde çöpten beter hale sokulurdu. Bu kavgalardan benliği sıkılmıştı, dayak yemek veya dayak atmak gözünde normalleşmiş birer eylemden ibaretti. Kanı akıyorsa da, yine de kan benim kanım diyerek sıkıldığı işlerin merkezinde buluyordu kendisini. Kendisini bazen hiç dinlemez, anlık fevri duyguların kölesi olurdu. Mantık insanı değildi bazı konularda, duygularının zihnine, benliğine hükmetmesi hep başına bir takım sıkıntılı dertler açmıştı. Bu dertler şimdi ki gibi ideoloji karşıtlığından doğan sert kavgalar, bazen de sözlü atışmalardı. (ki onlar da bir şekilde sokak kavgasına dönüşüyordu) Bunun illetiyle yine evine yüzü kan çanağı halinde dönecek, onu her defasında bu tür sıkıntılı olaylara karışmaması için binlerce kez uyaran annesiyle de ufak sözlü çatışmaya girip, yatağına bedenindeki sızı ve aklındaki karmaşık düşüncelerle uzanacaktı. Şimdi özlediği ve istediği bir şey varsa; bu sıcacık yatağıydı. Dilinin ucuna gelen kan tadını kustu, öksürükle beraber. Gözlerini zorakice açtığında kanıyla boyanan pis zeminle karşılaştı ilk. Kusma hissini zorlukla bastırdı ve ağırlaşan kafasını yerden kaldırıp, karşısında uykuya dalan genç adama baktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Filotimo | jikook
Fanfictiononuruma yenildim azizim, bir incili göz için yaşamak varken. 090423