1-beyaz dünyamda siyah savaşlar verdim

444 38 26
                                    

beyaz dünyamda, siyah savaşlar verdim azizim. Ölümü, toprağı katran kokan şehirlerde yaşama tutunmaya benzettim. öleyim, öleyim istedim hem de ölmeyeyim.


Berlin, 1913

Sabah olunca, güneş babam için sanki doğmazdı. Onun için gündüz de, akşam da birdi. Bilirdim, gözlerinde ne gecenin korkusunu, ne de gündüzün huzurlu bakışlarını görürdüm. Ben; sert, kuralcı, duygusuz bir babanın oğluydum. Beraber sadece evimizde çalışan hizmetçilerin özenle hazırladığı akşam yemeklerinde görünürdük. Küçükken bana bisiklet sürmesini öğretmedi hiç, başımı okşayıp, gururla bakmadı suratıma. Bana 'beni sevdiğini hiç söylemedi'. Söylemese yeterdi tabi, lakin hiç sever gibi de bakmadı gözlerime. Ölü bir babaya sahiptim ama yaşıyor, gözlerime bakıyor, yeri geliyor o çok önem verdiği akşam yemeklerinde benimle iki kelime laf ediyordu. Ama ölüydü babam, benim de ölmemi istiyordu. Onun gibi olmamı istiyordu, onun gibi aile sahibi, işinde adil milliyetçi, dik duruşlu bir vekil olmamı istiyordu. Babam, ileride gururla bakacağı bir projesi olarak görüyordu beni. Onun gözlerinde anlamım buydu. Sevilememiştim, büyük ihtimalle o da sevilmemiş, kaderimizi bir tutan acımasız dünyada ikimizde duygusuz babaların ayakları altında ezilmiştik.
Bundan şikayetçi miydim, bilmem, belki biraz. Kırgın mıydım? Hem de çok. O biliyor muydu, kesinlikle biliyordu. Her ne kadar duygularını saklayan, sakınan biri olsamda, bunun için kendimle binlerce kez savaşa girsem de, babam biliyordu. Üzerimde bırakmış olduğu duygusal ağırlığın altında enkaz gibi paramparça şekilde dağıldığımı biliyordu. Biliyordu babam, ona karşı sürekli yenilmemin illeti buydu. Babam beni yenebilen yegane güçtü. Çünkü ailemdi, kan bağımız etten ibaret değildi, ben onun lanetiyle doğmuştum. Dünya üzerinde kinini, eziyetini aktarabildiği tek insandim sanki. Değistiremeyeceği tek kumarıydım. Kaybettiği en büyük savaş. En büyük günahı. Zira bir baba, asla bu kadar yok sayamaz evladını. Bir aile bu kadar mutsuz doğamaz. Bütün mutlu aileler birbirine benzer, mutsuz ailerin ise kendine ait mutlulukları vardır der Tolstoy, benim devrimde yaşasaydı muhtemelen bu sözleri bizim için söylerdi. Dışarıdan mükemmel, kusursuz görünen, şehrin soylu Himler ailesi için. İçten içe soğuk buzlardan kurulmuş binada yaşlanıp yok olmayı bekleyenlerdik biz. Ben, Jimin Albert Himler, kurumuş hayallerin filizlenmediği ölü toprakların örtüldüğü ailesiz bir evin, sevilmeyen evladıydım.
Evimizin mutsuzluğunu leke gibi taşırdım yüzümde. Hatta öyle bir taşırdım ki, konuşmama, gülümsememe, bakışlarıma yansırdı. Ölü evin, ölü çocuğuydum.

Yaşamı yine o ölü evde arayan aptal çocuk.

Annesinin ketum çocuğu, kasabanın ukala çocuğu, mektebin başarılı çocuğu, babasının başarısız çocuğu. Sınıflandırmadan kurtulamayışım, gittiğim her yerde belli bir kişiliğe bürünüşüm benim değil, onların hatasıydı. Her insanin gözünde farklıydım, sevilen veya sevilmeyen, kıskanılan, eziklenen. Doğrusu ne bilmiyorum, en çokta bu yakıyor canımı. Nereye aitim bilmiyorum. Hangisi gerçek ben bilmiyorum. Bilmem gereken tek şey; babamı gururlandırmam, onurum için yaşamam gerektiği. Gerçek amacım buydu sanki, gerçek beni o zaman bulabilirdim. Ancak o zaman mutlu bir aile olabilirdik. Her zaman ki gibi sessizce o ağırlığında her seferinde ezildiğim yemek masasına gönülsüzce oturmaz, babamın ağzından çıkacak kelimelerden bir aptal gibi korkmazdım. 'Buradayım' derdim babama, baba ben buradayım; oğlun. Anneme bakınca babamın gözünde annesine sığınan küçük bir kuzu olmazdım. Annemin uysallığı varmış üzerimde; öyle der babam hep. Gözlerin annenin gözleri gibi bütün duyguyu yansıtıyor. Bu yüzden hep kaybedeceksin. Gözlerinde duygularını yaşatmayi bırak artık. Bu şekilde ne asker olabilirsin, ne de bir vekil. Duygularının esiri olma. Bana kurduğu benzer, değişmeyen kelimelerdi bunlar. Zira babam fiziksel olarakta ona benzememi isterdi. Saf bir alman gibi altın sarisi, deniz mavisi gözlü bir erkek çocuk beklemişti tanrıdan. Tanrı da ona; çekik gözlü, almandan alakasız koyu siyah saçlı, asya genlerini taşıyan bir çocuk göndermişti.

Filotimo | jikookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin