serin sonbahar akşamı, yapraklar dökülmeye yüz tutmuştu. elinde kalemi ve defteriyle oturdu balkonuna. kazıdığı saçlarının arasından geçen serin tatlı bir sonbahar rüzgarı. yazı yazmayı severdi, özellikle sevdiği şeylerden bahsetmeyi, onlarla imkansız hayaller kurmayı. bugünde imkansız hayaller kurup kendi kendine mutlu olacaktı. defterinin sayfalarını açtı, gözlerini kapattı. yazmak istediği şeyi düşündü, defterinde sık sık bahsettiği, baş rolde olan birini yazacaktı. kahverengi saçlı, kavruk tenli, gülümsediğinde insanın içini ısıtan birini.
delirmemişti henüz ama onun için delirebilirdi, kalbi hiç olmadığı kadar hızlı atıyor ve içi huzurla kaplanıyordu. sadece onu görebilmek için sabahları erken kalkar, antika dükkanına giderdi eşyalara bakma bahanesiyle ama iyi dostlardı da sürekli vakit geçirirlerdi. dükkanın açılmasını beklerdi kapısı geldiğinde genelde kapalı olurdu. otururdu karşıdaki kaldırıma. bugünde gitmişti fakat dükkan kapalıydı. derin bir nefes verdi elindeki defteri karalamaya başladı.
rengarenk çiçek tarlasında oturuyoruz. kahverengi saçlım, donghyuck'um da dizime başını koymuş uzanıyor; gözleri kapalı. etrafımdaki çiçekler çok önemli değil benim için, benim asıl çiçeğim burada, dizimin dibinde. gülümsüyorum, hayatımda ilk defa gerçekten gülümsüyorum. onun yanındayken zaman hıphızlı geçiyor. yanımdaki papatyalardan topluyorum, dizimden başını kaldırıp gözlerime bakıyor. dudaklarımı büzüyorum çünkü bacaklarım bir anda üşümeye başlıyor kalktığı için. meraklı bakışlar atıyor bana, ben ise papatya tacı yapıp başına koyuyorum. mutlulukla ellerini çırpıyor, bana kocaman sarılıyor ve bana teşekkür ediyor. gülümsemesi dünyaya bedel, o her şeyden çok güzel.
hazır hissetmiyordu, kendini ona anlatacak kadar hazır değildi. donghyuck'a ulaşmak bir elmasa sahip olmak kadar zordu. donghyuck ile arası iyiydi, dost gibi davranıyordu kendini belli etmek istemiyordu. bu yüzden mark, ikisi birlikte olursa diye kurduğu hayalleri defterine yazıyordu. mark iyi değildi, kendi içinde depresif ve psikolojisi neredeyse yoktu. yaşama tutunmasının nedeni ise donghyuck'tu. diğer sayfaya geçti, bu sefer diğer hayaline yolculuk yapıyordu.
bankta tek başıma oturuyorum, bunalmış ve bıkmış bir vaziyetteyim. donghyuck'a ulaşamadım, dükkanı kapalıydı; arayamazdım, telefonumu kırmıştım. evini bilmiyorum onu özlemiştim. derin bir nefes veriyorum gök gürüldüyor ve birden yağmur yağmaya başlıyor. etraftaki insanlar koşuşturuyor, nereye kaçabilirim diye. yağmur beni de yalarken fark ediyorum bir anda tepemdeki şemsiyeyi. sahibine bakıyorum, o. bana güzel gülümsemesini bahşediyor. gülümsüyorum, ayağa kalkıp gözlerine bakıyorum. donghyuck'u yanımda görmek çok güzel, sımsıkı sarılıyorum kulağına özlediğimi fısıldıyorum. o ise beni şaşırtıyor yanağıma tatlı bir öpücük bırakıyor.
defterini kapatıp odasına geçti. farklı bir alemdeydi. ailesi tarafından yok sayılan bir evde, kendine güveni sıfırdı. güçlü kuvvetli biriydi fakat artık bedeni çok yorgundu. 23 yaşına kadar hayatının baharı terimi onda hiç işlememişti. donghyuck bile başlarda ondan korkmuştu. burukça gülümsedi, sigarasını yaktı. eskiden nefret ederdi ama artık nefret etmeye bile gücü kalmamıştı. tek hissi donghyuck'a olan aşkıydı. sigarasını söndürdü midesi bulandı. uzandı yatağına gözlerini kapadı.
“hey mark” donghyuck elindeki antika vazoyu gösterdi. “sence bunu sağ taraftaki dolaba mı yoksa kapı girişinin yanındaki rafa mı koymalıyım?” dudaklarını büzdü esmer genç. mark ensesini kaşıyarak göz gezdirdi etrafa. " bence.. senin masana çok yakışır." donghyuck vazoyu yanındaki sehpaya bırakıp kollarını birbirine doladı. “ ama satılmaz ki bu.” mark kıkırdayıp kollarını donghyuck'a doladığında mırıldandı. "ne kadardı bu vazo?" donghyuck merakla mark'a baktığında fiyatı hatırlamaya çalıştı.
“20 bin won!" heyecanla söylerken mark cebindeki son parasını donghyuck'tan ayrılıp uzattı. "bunu satın almak istiyorum." vazoyu elinden alıp donghyuck'un masasına bıraktığında memnunca gülümsedi.
"artık gerek kalmadı vazoyu sana hediye ettim gitti."
gözlerini açtığında saat sabahın altı buçuğuydu. yatağından aceleyle kalktı, neden bu kadar geç uyanmıştı? kısa bir duşa girdi, günahlarından arındı donghyuck'un karşısına günahlarıyla çıkmak istemiyordu. büyük ihtimal gördüğü güzel rüyada olmalıydı. beresini taktı, ceketini giydi. daha düzgün gözüküyordu şimdi. cüzdanını alıp çıkmıştı, yediden önce orada olmalıydı. koşar adımlarla yolda yürürken dükkanlar, mağazalar yeni yeni açılmıştı. ayağındaki eski botlar ayağına sürterken artık beni değiştir diye yalvarıyordu. yeni açılan dükkanlardan birine girdi. ayakkabılarını gösterirken adam anlamış, yeni bir bot vermişti mark'a. parasını ödeyip çıktığında eski ayakkabılarını çöpe atmıştı. antika dükkanının önüne geldiğinde nefes nefeseydi ama ne yazık ki çoktan açılmıştı. içeri girdiğinde kaşları çatılmıştı. donghyuck yerine başka biri vardı? merakla içeri girdiğinde karşısındaki çocuğa dik dik bakmıştı. boğazını temizleyip konuştu.
" sen kimsin, yani şey diğer gelen çocuk uhm donghyuck neden gelmedi?" karşısındaki çocuk gözlerini kısarak gülümserken konuştu. "donghyuck buraya geçici bir süreliğine bakıyordu benim yerime, işlerim bitti o da iki gün önce memleketi busan'a gitti." mark'ın gözleri şok ile açılırken vücudu kasılmıştı, gidişi fazla aniydi bunu beklemiyordu. "oh sen sanırım mark olmalısın, bekle lütfen." mark sessizce başını sallamıştı, konuşacak gücü kendinde bulamıyordu. diğer genç geldiğinde bir zarf uzatmıştı. " bunu sana vermemi istedi. yutkunarak zarfı eline aldığında oradan ayrıldı. sahile doğru yürüdü, orası sessiz ve sakindi. canı yanıyordu, paramparçaydı. bir vedayı bile çok görmüştü ona. kayalıklara oturduğunda zarfın içinden mektubu çıkarmıştı.
“ sevgili mark,
sana bu şekilde veda etmek istemezdim, gitmeden önce sana sımsıkı sarılmak belki de öpmek isterdim. memleketime dönüyorum, belki de bu mektup sana ulaştığında ben çoktan memlekette olmuş olacağım. kuzenim jeno'nun yurtdışı işlerinden dolayı gelmiştim buraya ve şimdi gitmem gerek. seninle o kadar güzel anılar yaşadım ki... sana bunun için çok teşekkür ederim. seninleyken tüm dertlerimden kurtuluyordum az da olsa. sen bana hem dost hem eş oldun. beni hiçbir gün yalnız bırakmadın. beraber geçirdiğimiz vakitler benim için her zaman yeri ayrı olacak. her şey için teşekkürler ve şey seni seviyorum lütfen beni unutma olur mu?
çünkü ben seni unutmayacağım.sevgiler, lee donghyuck ”
gözünden akan yaşlara engel olamamıştı mark. kayalıklardan indi, yürümeye başladı. kavuşamamışlardı, ne mark oraya gidebilirdi ne de donghyuck buraya geri gelebilirdi. gözünden yaşlar akarken anıları gözünün önünde canlanmaya başlamıştı.
“ buranın manzarası mükemmel.” diye mırıldandı donghyuck. mark onu kafasını dinlemek istediği zaman gittiği yere götürmüştü, küçük bir tepeydi. tüm kore ayaklarının altındaydı sanki. mark boğazını temizleyip yanındaki esmer gence döndü. "bunaldığımda buraya gelirim, bağırırım, çağırırım, ağlarım; burası benim özel yerim." donghyuck sessizce gülerken konuştu. "artık özel değil aptal çünkü bende burayı biliyorum sayende. amaa bence burası ikimiz için özel olsun nasıl?" mark kıkırdamış sarılmıştı. " olsun bakalım."
elindeki kağıdı buruşturup çöpe atmıştı, çok kızgındı ama attığı şey donghyuck'tan kalan son şeydi. böyle bir sonu hak etmediğini düşünüyordu, o sadece sevmişti fazlasını istemedi, sadece sevmek istedi ama o da pek mümkün olmamıştı.
rastgele bir sokağa girmişti ve bu girdiği sokak farklı bir çıkmaz sonu içeriyordu, oturdu yere duvarı inceledi aklındaki derin düşüncelerle.
güneşi artık batmıştı.
-
uzun bir aradan sonra angstla dönmem şoku🥴-
bunu tekrar geri paylasmam soku
ŞİMDİ OKUDUĞUN
let me in : markhyuck , mini oneshot.
Hayran Kurguelindeki kağıdı buruşturup çöpe atmıştı, çok kızgındı ama attığı şey donghyuck'tan kalan son şeydi... ©youarenct, 2023 baslangıc tarihi: unuttum.. bitis: 260623 markhyuck × angst