Uzun taş döşemeli salonda bakışlarım karşımdaki gençten ayrılmıyordu. Kalabalık salonda duyulan tek ses okunan isimler ve ardından kopan alkışlardı. Bana sıra geldiğinde gerginliğim katlandı. Alnımdan akan ter damlasını hissediyordum. Bu korse de batıyordu zaten.
Bir saniye nefes almayı mı bıraktı herkes?
İtina ile 21 yıldır öğretildiği şekilde eğildim. Taç başıma koyulduğunda terden yanık tenimin parladığına eminim. Dik durmayı sonunda başardığımda herkesin bakışları hala üzerimdeydi. Yaşlı Helen beni terk etmek üzereydi ki yumuşak saçlarımın dalgaları arasından taç firar etmeye kalktı. Sağ elim bağımsızca uzanıp onu başımda tuttu ama bu nafile bir çabaydı.
Tacım yamulmuştu.
Salondakilerin derince iç çektiğini duyduğumda, dik tutulması tembihlenmiş omuzlarım çöktü.
Ben Lana.
Merak etmeyin herhangi bir olimpos tanrısının kızı değilim. Babam Nagel'in en büyük üç kasabasından biri olan Assion'un kralı. Ve bende onun 21 yaşına gelmiş bahtsız kızıyım.
Annem hep, şansım olsa seni de erkek doğardım, der. Benden sonra doğan ikiz erkek kardeşlerim onun için Assi'nin parlak geleceği. Bense... beni her zaman dünyaya benzetir, değişimi zor, beklenmedik.
Burada toplandık ve bu kınar bakışlar üzerimde çünkü Nagel'in 2000 yıllık bir geleneği var. Her sene 21 yaşına gelmiş prens ve prensesler nişanlanır. Ailelerimiz bütün bir Assion yaz dönemi boyunca diğer kasabaların gençlerini araştırır. Helen bir elçidir. Ah şu kadın! Yaşlanmaması işten bile değil.
Helen bütün kasabalarda evlilik çağına gelmiş gençleri tanır ve eşleşebilecekleri en uygun adayları bilir. Ailelere bu konuda yardımcı olur ve bugün geldiğinde eşleştiğimiz aday ile isimlerimizi okuyup, bir mani görülmediği taktirde taçlarımızı takdim ederek bizleri nişanlı ve resmi olarak prens ve prenses ilan eder.
Karşımdaki adayı ilk kez burada sizinle görüyorum. Müstakbel prens ve eş adayım. Ernol kralının 3. veliahtı Ares. Simsiyah saçlarının geriye doğru taranmış tutamları arasında duran taç ışıldıyordu. Şaşkın siyah bakışları üzerimdeydi.
O bir... yabancıydı. Gördüğüm bu silüeti tanımıyordum. Bu normal mi geliyordu? Ben, ona dair adından öte bir şey bilmezken o de beni bilmiyordu. Sadece güzel kıyafetlerimiz içinde öylece birbirimize söz veriyorduk tam şu an.
Hoş ben onu da yapamıyordum.
Sıkıntılar peşimi bırakmıyor. Her gittiğim yere onları götürmekten bende hoşnut değilim ama davetsiz bir misafir. Sürekli peşime takılıyor.
Taç töreni, nişandan daha önemli bir konuydu. Bu gümüş, pırlanta süslemeli, ağır tacı başında taşıyamazsan, prenses olmaya layık değilsin demekti. Bir kere düşmesi hatta yamulması, kayıtlara geçsin düşerken tutmakta bu konuya dahil, onu layığıyla taşıyamayacaksın demekmiş. Helen'e göre tecrübeleri buna dayanıyormuş.
Bu kadın 67 yaşındayım diyor, ki bunu 3 yıldır söylüyor, bana kalırsa bundan fazlası; o 2000 yıllık taç tarihinin tamamında oradaydı.
İşte bu sebepledir ki genç kızlar ve erkekler bu günden bayılasıya korkuyor. Evet bayılasıya. Çünkü ölesiye korktuğumuz şey başka, birinci sırada geliyor.
O da... Dünya!
Anımıza dönersek, inanın hiç istemiyorum, sadece bir an daha karşımdaki yabancıya baktım.
Ernol, sınır bölgesiydi ve veliahtları askerdi. Bizim refah içinde olmamızın sebebi onlardı. Bu kadarını biliyordum. Bildiğim diğer şey, bu yabancının her zaman bir yabancı olarak kalacağıydı. Çoğu zaman savaşlarda, politik olayların göbeğinde olacak ve şato da köşe kapmaca oynayacağız.
Öte yandan bir efsane var. Kitaplar der ki, Dünya da her şey korkutucu. Fakat Dünyadakilerin yaşamalarına tek sebep, aşk. Dünyayı çekilebilir kılıyormuş. Aşık olup, onu tanıyıp, onunla evleniyorlarmış.
Öylece bir prensi prens yapmak için evlenmiyorlar. Bu bir kurbağayı öpmeye benziyor.
Tacı sıkıca kavradım ve başımdan çekip indirdim.
"Lana, sakın!" diye öne atıldı kalabalığın arasındaki annem. Ona hiç benzemiyordum. Otoriteyi zarafetle harmanlamış, Sarı saçlarında inatla parlayan tacı ile Selen. İşte kraliçemiz oydu. Annem.
Bense... ne olduğumu bilmiyorum ama prenses değilim.
Annem sabırlı ve kibar bir kraliçeydi ama söylediklerine göre sabrını taşırıyormuşum. Hiç bir prenseslik görevinde başarılı değilmişim.
Ne var yani başımda taşımam için verilen kitapları okuduysam?
Ne var yani tatlı çatalıyla ana yemek yediysem?
Ne var yani korselerimi kesip suçu atımız Neg'e attıysam?
Ne var yani dayattığınız tüm kalıplara sığmadıysam? Beni böyle sevemez misiniz? Böyle prenses olmaz mıyım?
Onu dinlemedim. Dolu gözlerime nazaran başım dikti. Kabarık ağır elbisemin eteklerini kavradım ve karşılıklı sıraya girmiş prensesler ve prenslerin arasında ilerlemeye başladım. Arkamdan annem bağırdı.
"Yetti bu kadar! Prenses olamıyorsun bari edepli bir genç kız ol!"
Adımlarım kesildi. Ortalığın karıştığını fark eden Helen telaşla araya girdi. "Aslında bir istisna yapalım ve Lana tekrar denesin."
Bana acıyor mu bu kadın?! Kuralları benim için, Assion kralının kızı için, esnetiyor. Madem kurallar yıkılıyordu neden daha önce yapmadı. Benden önce onlarca genç kız prensesliğe layık olamamanın yükü ile canlarına kıymıştı.
Anneme doğru dönerken önce Helen'e baktım. "Sen sus yaşlı bunak. Hepsi senin başının altından çıktı zaten!"
Halk bir kez daha iç çekerken Ares yanıma yaklaştı ve fısıldadı. "Komik ama biraz sakin ol."
"Sende kimsin?" dedim sesli ve küçümser tonda. Kara kaşları havalanırken eli belindeki kılıcına gitti ve göğsü istemsizce kabardı. Kibir onda tanıdığım ilk özellik oldu.
"Ben senin müstakbel nişanlınım" Göz kırptı. "Eros'un son varisi Ares." derken benimle ya dalga geçiyor ya da kendini yüceltiyordu. Yoksa buradan bakınca aşk tanrıçasına benzer bir hali yoktu.
"Kafiyeli ama sakin ol." dedim onu taklit ederek.
"Bu gösteriye bir son ver Lana! Yoksa bir cezası olacak!" dedi annem. Sinirden kuduruyordu. Halk görse önünde eğilir ve artık babama değil anneme kral derlerdi. Ama ben bu cümleye alışkındım. Daha 2 yaşımda altıma düzgün işeyemediğim bezimden taştığı için ceza almaya başlamıştım. 'Bir prenses çok fazla işemez Lana!'
"Ah ceza demek! Sınırlarını zorla anne çünkü klasik cezaların sıkmaya başladı."
İşte bu cesaret Olimpos tanrılarından birine ait olabilirdi. Zira annemden geçmiş bir şey değildi. Babamı ise... sadece sakin akşam yemeklerinde görüyorum. Onu da en az müstakbel nişanlım kadar tanıyorum.
Annemin açık teni kızardı ve o ağır elbisesini, benim aksime, tutma gereksinimi duymadan birkaç tehditkâr adım attı. "Sen!" dedi parmağını doğrultarak. Babam hemen arkasındaydı. Adamlarına beni işaret etti. "Senin için parti bitti Lana."
"AH!" diye inledim ve tacı Helen'in başına taktım. Daha çok çaldım da denebilir. "Bana uyar." dediğim sırada taç Helen'in saçları arasından düşmese de kaydı. Hepimiz şaşkınlıkla ona bakarken annem sanki bu da benim suçummuş gibi ayağını yere vurdu.
"Hemen özür dilemezsen, seni sürgün ederim Lana!"
Annemin gözlerindeki tereddüttü bu mesafeden görüyordum ama bende o tereddüt çoktan sürgün edilmişti.
"Sürgüne gerek yok kraliçem. Ben Nagel'i terk ediyorum. Gidiyorum." Arkamı dönmüş, zor zapt ettiğim elbisem ile taş zemini döverek uzaklaşacakken, sessiz salonda bir isyan duyuldu.
"Lanet olsun nereye?" dedi Ares'in şaşkın sesi. Bir an durdum, omzumun üzerinden ona baktım. "Dünyaya!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EVRENLERİN PRENSESİ
Genç KurguKendi gezegeninde büyük bir kasabanın kralının kızı olan Lana, gelenekleri olan 21. yaş nişan töreninde yer yüzüne sürgün edilir. Lana çocukluklarından beri korkutuldukları yerde neler yaşayacağından bir haberdir. Acaba eve dönmenin bir yolu var mı?