Kemik beyazı dolunay, dişlerine sarmalanmış onu tir tir titreten bir solgunlukla tesirini geçirdiği bedenin üzerine yaslandığı vakit Choi Yeonjun'un annesini yitirdiği o Eylül gecesi devrileli iki ay oluyordu. Bir insan ne kadar duygusuz bakabilirse, ne kadar az soluyabilirse, ne kadar az yaşayabilirse o kadardı Yeonjun. Teninde ufak yanıklar, güneş ısırıkları, hızla kaybedilmiş kiloların çatlakları ve kuru, sussuz kalmış bir toprak gibi kuru dudaklarıyla teyzesinin o yabancı evinde, pencerenin dibinde istisnasız her sabahın altısında sarı saçlarının üst kısımlarını ve perçemlerini açık bırakan bir eşarpla bahçesindeki çiçekleri teker teker sulayan orta yaşlarının sonundaki kadını izlemek dışında hiçbir şey yaptığı yoktu. Konuşmuyor, yemiyor, arada bir su içip tuvalete gitmek dışında bir ihtiyaç hissetmiyordu.Bir süredir ellerinde hiçbir şey kalmamış hâliyle, kendini bile kaldıramadığı o pencerenin başından, düzinelerce çiçeğin yükünü neden omuzladığını düşünüyordu kadının. Saat gecenin üçüydü, hava deli gibi soğuktu, çiçekler üstlerine esen rüzgarla bir ileri bir geri dallarından kopacakmışçasına sallanıyordu ve tanrı şahit ya iki aydır ilk defa Yeonjun'un içinde bu görüntüyle beraber bir şeyler köpürmeye başladı. Gidip hepsini toprağından söküp alası, mahvedesi vardı. Kadının onlara verdiği biraz emek, biraz sevgi ve suydu sadece ve tüm bunlara rağmen Choi Yeonjun o bahçede bulunan tek bir yapraktan bile değersiz hissediyordu.
Üstelik çiçeklerin tek bir yararı yoktu o kadına.
Sevgi koşulsuz olmalıydı fakat bu Choi Yeonjun'un kulağına en sahte gelen cümlelerden biriydi.
Sekiz yaşını, bir temmuz masalı, buğulu bir lavabo aynasından geçen yansımaları ve annesinin saçını tüm ağlayışlarına rağmen üçe vuruşunu hatırlıyordu. Kafa derisinin üzerinde cızırdayan aletin onu öldürmeyeceğini biliyordu; annesinin soluk beyaz ışığın altında, o aynanın yansımasında, içinde bir canavar varmış gibi bulanıkça korku dolu bakan gözlerini de hatırlıyordu. Neredeyse kadının bel hizasındaydı boyu, omuzlarında kesilen saç tutamları birikmişti, göz yaşları çıplak boynundan göğsüne kadar bir patika çiziyordu. O zamanlar öyle küçüktü ki annesinin dışarıdan birine bakarken gözlerinin aldığı nahiflikle, kendisine bakarken aldığı korkunun arasındaki farkı bile anlayamazdı. Fakat o bilgisizliğine rağmen merak ediyordu, onu kızdıracak bir şey mi yapmıştı? Neden annesi çok sevdiği saçlarını ağlamasına rağmen kesiyordu? Toy, noksan, zayıf ve şimdi de kendisinde en sevdiği şey olan saçlarını kaybetmiş bir çocuktu. Sessizliği, bitkinliği ve kayıpları kadından ona akmış bir yüktü, yük gemisi; aynanın üzerindeki buğunun bir köşesini yarıp geçerek aşağıya inen damla gibi, mermere inip bir birikintiye kapıldığı an aslında kurtulma yolunun sadece akıştaki insanlara ayak uydurmaya çalışmak olduğunu fark etmiş, kurtuluştan ziyade kamufle olmayı, çabalamaktan ziyade kaçmayı öğrenmişti ondan.
İlerleyen vakitler uyuya kaldığında parmak uçlarında inceden bir sızı vardı. Dudaklarından kopan kesik nefesler huzursuzca göğsünü havalandırıp indiriyordu ve bu çocuğun hayatta olduğunun tek kanıtıydı o sıralar.