Liseye gece geç saatlerde çıkacaktık, bu yüzden fazla şirkette durmadım. İki üç eşya aldım ve direkt şirketi terk ettim. Kimseyle vedalaşmadan. Kalan zamanımda ise Albert ile tanıştığımız parkta geçirdim, şarkı dinledim. Saat gece on ikiyi gösteriyordu, yavaş yavaş şirkete gidecektim, arkamda bir el hissettim, "Saatimiz kaç?" Albert'in sesiydi. Gülerek cevap verdim. "Küba, Havana'da gece saat on iki." O da bana güldü, karşılıklı güldük biraz. Sonra sessizliği bozdum."Beni mi takip ettin?" "Hayır, biraz suçlu hissettim. Ağır konuşmuş olma ihtimalimi düşündüm. Sen benim çocukluk arkadaşımsın, biliyorsun. Kafa dinlemek için parka geldim, ne tesadüf sen de burdasın!"
"Ne tesadüf! İkimizde birimizin burda olacağından emindi zaten." "Hahaha! Evet. Bu arada, seni kırdım mı?" "Kırmak değil, sen doğruları söyledin. Sana bunu yapmam doğru olmazdı. Rezil bir arkadaşım, haklısın." "Sadece bir anlık sinirle dedim, abartma." Fark ettim ki Albert ile göz göze gelmekten korkuyordum. Ona bakmak istemiyordum, bu yüzden Albert'e bakmalıydım. Kafamı yavaş yavaş kaldırdım, ve Albert'in kavherengi gözlerine baktım. Yorgundu. "Sinirini dinlemeni öneririm. Sinirine kırgın olma, suçu ona atma. Sinirin sana ne anlatmak istiyorsa onu dinle." Biraz kısa bir sessizliğin ardından Albert: "Ne demeye çalışıyorsun?" Dedi. Halbuki ben de bilmiyordum. Ne demeye çalışıyorum? "Demeye çalışıyorum ki, sinir anında dediğin her şey sana bir şey anlatmaya çalışır. Sana doğrudan düşündüğün şeyleri vurgular." Hala ne dediğimi anlamaya çalışıyor gibiydi! Yüzü çok komikti, dayanamadım ve ortaya bir kahkaha patlattım! Parkın bankında oturmuşum, arkamda banka yaslanan Albert, ona bakıyorum ve kahkaha atıyoruz! Bu kendimi huzurlu hissettiğim en değerli gündü. Sokak lambasının ışıkları Albert'in yüzüne vuruyordu. Bir anlık sadece onu izledim. Hayatımda gerçek bir dost olduğu için şanslıydım."Saatimiz kaç?" Diye sordu Alman aksanıyla Albert, telefonu çıkarttım ve dudaklarımın arasından "02.01" diye fısıldadım. Geceyi aydınlatan tek şeyin bir lamba olması pek iyi değildi. Albert'in yüzünü bile zar zor seçiyordum. "Gidelim mi artık?" dedi Albert. Ardından, "Saat beşte çıkacağız. Hazırlanırız hem, ne dersin?" "Olur." dedim istemsizce. Çünkü burda oturup dakikalarca Albert'le zaman geçirmek istiyordum. Konuştukca konuşasım geliyordu. "Hadi" dedi Albert, ve arkasını dönüp kalkmamı beklercesine yavaş yavaş şirkete doğru adımlar attı. Hızlıca kalktım ve Albert'in yanına gittim. Konuşarak yürüyorduk. "Bazen, kimsenin beni ben olduğum için sevdiğine inanmıyorum. Sadece bir patron çocuğu olduğum için bunca ilgi veriliyor gibi geliyor." "Sen bile." diye ekledi. Fazla sesli olmayacak bir şekilde güldüm. Son sıralarda Albert'in dinlediği, hatta bana tavsiye ettiği bir şarkı vardı. Şarkının sözlerini yüksek bir sesle söylemeye başladım.
"Uçakları seviyorum, seni seviyorum.
Seyahat etmeyi seviyorum, seni seviyorum.
Sabahı seviyorum, seni seviyorum.
Rüzgarı seviyorum, seni seviyorum.
Hayal kurmayı seviyorum, seni seviyorum.
Denizi seviyorum, seni seviyorum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Siyah Beyaz Perde
Science FictionDüşman şirketlerin düşman çocukları düşman olmaz aksine dost olursa?