Merhabaaa, oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın, keyifli okumalar.
Bu bölümün büyük çoğunluğu geçmişi anlatıyor, sonlara doğru ana karakterin ağzından okuyoruz.
BÖLÜM 1
Yıllar önce, Kuzey İmparatorluğu:
"Hanımefendi, yolun sonunda bahsettiğiniz nehre ulaşacaksınız." Genç kadın, kucağındaki kızına daha sıkı sarılırken eteğinin ucunu tutan oğluna kısa bir bakış attıktan minnettar ifadeyle karşısındaki köylü adama teşekkür edip yola koyuldu.
"Anneciğim, babam nerede?" Oğlunun sorusuyla boğazı düğümlenen kadın hıçkırmamak için kendini zor tutmuştu. Omuzları yenilgiyle düştü, bu duruma daha ne kadar katlanabilirdi? Saraya yapılan saldırıdan sonra soyluların büyük çoğunluğu isyana destek vermişti, İmparator kocasını öldürmüşlerdi. Saraydan çocuklarını alıp kaçmak zorunda kalmıştı, Dışişleri Bakanı Vikont Hektor'un tahta göz diktiğini ve tek bir kraliyet ailesinin hayatta kalmayacağından emin olma isteğini öğreneli bir hafta olmuştu.
Oğluna yalan söylemek istemiyordu, sessiz kalmayı tercih etti. Küçük veliaht, yaşına rağmen olayları kavrayabilecek keskin zekaya sahipti. Annesinin sessiz kalışı küçük kalbinde acılarını gittikçe arttıracak olaylar silsilesinin başlangıcıydı. Çocuk ağlamamak için dudaklarını birbirine bastırdı, elinin teki yumruk olmuştu. Mavi gözlerini annesinin kucağındaki kız kardeşine dikti, dalgın ses tonuyla "Anneciğim, paltomu vereyim ki kardeşim üşümesin." diye mırıldandı. Mekanik hareketlerle paltosunu çıkartmaya başlamışken annesinin elini omzunda hissetti. Soğuk kış akşamı, annesinin her zaman narin olan ellerini yıpratmış ve kuru cilde sahip olmasına sebebiyet vermişti. "Kardeşin senin gibi bir abiye sahip olduğu için çok mutlu olacak."
Yavaşça eğildi ve oğlunun minik ellerini tuttu. "Ama şu an üşümüyor, paltonu çıkartma prensim." Küçük çocuk yalnızca kafasını salladı. Yürümeye devam ederlerken hızını arttıran rüzgârın peşinden yağmur yağmaya başlamıştı. İmparatoriçe kolayca hasta olan bir kadındı, saraydan kaçarken de sağlığı iyi değildi. Ülkenin başkentinden istediği kadar uzaklaşamamışlardı, başkentin ışıltılı soylu hayatının aksine dar ve pis sokaklardan geçerek başkente yakın bir köye gitmişlerdi. Her yerde onları arayan askerlerden kaçmak ve onları tanımayan insanlardan yardım almak gittikçe güçleşiyordu. Başkent, kaos içindeydi. İç savaş çıkmıştı.
İmparatoriçenin bilmediği şey, kocasının erkek kardeşi Dük Frank'in kendi şövalyeleriyle başkentteki kaosu durduracak olmasıydı.
Yine de sevdiği adam ölmüştü, çocuklarıyla yapayalnız kalmıştı. Güvenebileceği çalışanların hepsi hain çıkmıştı, isyanın çıktığı gün prens de dadısı tarafından zehirlenecekti ama annesi engel olmuştu.
Yağmurdan ıslanan oğlunu görünce paltosunu çıkarttı ve tek eliyle havaya kaldırıp şemsiye görevi görmesini sağladı, gözlerinin dolması yüzünden önünü göremiyordu. İmparatoriçe sağlığının iyice kötüye gittiğinin farkındaydı, zayıf bir vücuda sahip olmak doğum yapmasını da zorlaştırmıştı. Doğum yapıp kızını kucağına alalı yirmi gün olmuştu. Bu soğukta kızının hastalanıp ölmesinden korkuyordu.
Takip ettiği yolun sonunda gördüğü nehir içini bir nebze olsun ferahlattı, nehrin üstündeki köprüden geçip karşıdaki çayıra ulaşmaları gerekiyordu. "Austin, yavaşça köprüden ilerleyeceğiz." Şiddetli bir öksürük daha fazla konuşmasına engel olduğunda susmayı tercih etti. Yağmur şiddetini azaltmış olsa da hava oldukça soğuktu. Oğlu köprüde ilerlerken bacaklarının arasından süzülen sıvıyı hissetti, duraksadı. Kalbini saran korkuyla kirlenmiş, eskimiş hizmetçi elbisesinin eteğini yukarı sıyırdı. Yağmur damlaları, kanıyla beraber bacağından aşağı süzülüyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Albino Dük
RomanceKılıcı kaldırdığında irkildim, gözlerimi kapattım ve ölmeyi bekledim. Rüzgârın dokunuşunu yüzümde hissederken derinden gelen o güzel sesi işittim. "Sonunda..." Kirpiklerim birbirinden ayrılırken kılıcını zemine sapladığını ve gücü karşısında çatlama...