Yağmur düştüğü kaldırımlarda ıslak izini bırakırken usulca yürümeye başlamıştım dar ve yıkık dökük sokaklarda. Dudaklarımın arasından çıkan her bir soluk küçük bir buhar tabakası halini alıp gökyüzüne doğru süzülüyordu. Tıpkı tüm vucudum gibi kirpiklerimde ıslanmaktan ağırlaşmaya başlamış görüş alanımı kısıtlıyordu. Üşüyen vucudumu biraz olsun ısıtmak istercesine siyah deri ceketime biraz daha sarılıp kollarımı birbirine sardım. Soğuk... Iyi geliyordu bana. Üşümek yaşamayı hatırlatıyordu . Herşeye herkese inat yaşamayı.
Gözlerimi gri kaldırım taşlarının merceğinden çekip etrafta evlerine çabucak yetişebilmek için koşuşturan insanların üzerinde gezdirdim yürümeye devam ederken. Neden kaçıyorlardı ki yağmurdan? Sanki damlaların her biri kızgın lavlardan geçip öyle düşüyordu üzerlerine. Sanki bunun için kaçıyorlardı pervasızca.
O kadar aptalcaydı ki halleri yüzümde küçük , buruk bir tebessümün oluşmasını engelleyememiştim.
Derin bir nefesi ciğerlerime doldurup hızla yağan damlalara aldırmadan yukarıya kaldırdım kafamı. Ayaklarım yürümeyi kesmiş damlaları hissetmeye çalışan diğer hücrelerime itaat etmişti.
Sert ve acımasız damlalardan kisilan gözlerimle gökyüzünü izlemeye başladım. Ruhumu okşuyordu diğer insanlara inat. Onlar gibi pervasizca kaçma isteği uyandirmiyordu bende yağmur sulari. Aksine sanki avuçlarımın arasinda beni her geçen saniye yakan kor bir alev tutuyormuşumda o varlığına hayran olduğum sular parmaklarımın arasında canımı yakan alevi söndürüp beni tekrar yaşamaya itiyormuş gibi hissediyordum.Damlalar usulca yağmıyordu yani üzerime. El ele verip kırbaçlıyordu ruhumu.
Hafif bir burun çekmesiyle yönümü tekrar karşıya çevirdim. Evime varmama sadece bir sokak kalmıştı. Avuçlarımı birbirine sürtüp adımlarımı hızlandırmaya başladım. Biraz daha burada bu şekilde dikilecek olursam yağmurun azizliğine uğrayıp hastalanabilirdim. Benim gibi yoğun bir iş temposu olan bir insan için hastalık kulaklarını tıkayıp çığlık atma isteği uyandırıyordu. Bizim gibilerin hasta olmak gibi bir lüksü yoktu. Çalışmak bizim gibi yıkık dökük, manda altında olan ülkelerin tek ve mutlak göreviydi bu dünyada.
Ben yine diğer insanlar arasında olan şanslı kesimdendim. İşimi seviyordum. Madenlerde, tarlalarda, fabrikalarda çalışan diğer insanlara karşın devlet dairesinde bir ofise sahiptim. Temiz , diğer evlere nazaran çok daha canlı duran bir binada çalışıyordum.Lakin herşeye karşın başkanın bütün ısrarlarına rağmen devlet çalışanlarına özel mimariler yerine diğer insanlar gibi normal orta düzey bir mahallede, derme çatma bir evde oturuyordum. Buradaki insanlar hatırlatıyordu bana özgürlüğü. Yaşadıkları bütün kötülüklere rağmen ayakta durabilmeyi başarmış güçlü insanlardı bunlar . Diğer aptallar gibi yoklukta delirmemiş , kendilerini kaybetmemişlerdi. Önce ölmüş sonra yaşamayı öğrenmişlerdi.
Göz ucuyla ileriye baktığımda evime bir kaç bina kaldığını görüp derin bir nefes verdim. Öyle çok yorulmuştum ki sıcacık yatağımda battaniyeme sarılıp derin , deliksiz bir uyku çekmeyi arzuluyordum. İç çekip çantamdan anahtarlarımı çıkarmaya başladım.Bir yandan anahtarları çıkarmaya çalışırken bir yandanda eve doğru yürümeye devam ediyordum.
" Hoşgeldin ecmel , geciktin ."
Tanıdık melodik sesi duyduğumda başımı sağa doğru çevirdim. O sırada ince parmaklarım çantanın içinden anahtarları seçmiş ve çıkarmıştı.Gülümseyerek yan komşum Seval hanıma baktım. Her zamanki sıcak tavrıyla bana gülümsüyordu. Benim gibi soğuk , insanlara dışarıdan gözlem yapmak dışında yaklaşmayan , içi betonla taşlaşmış bir insan değildi. Aksine herşeye rağmen gülümseyen , mutluluğu en çok hakeden insanlardan biriydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Özgürlük Çığlığı#Düzenleniyor#
Science FictionSiz hiç bir ceylanın, peşinde ki kurt sürüsünü birbirine düşürerek avken avcı konumuna çıktığını gördünüz mü ? Ya da aptal bir kurtun kendini aslan zannetmesine şahit oldunuz mu ? Peki... Bir akrebin tüm kurtları haklayıp ceylana yataklık yapması...