Minho henüz küçük bir çocukken, birlikte büyümenin nasıl güzel olacağını düşlediği biriyle tanışmıştı.
Yıllar kadar önce, çiğ soğukla kıvranan serin bir sonbahar öğleden sonrasında, üzerinde küçük paltosu ve dokuz yaşında bir çocuğa nazaran epey yetişkin işi duran ekoseli atkısına bürünmüş, o eski taş evin kapısı ucunda bekliyor ve kalın duvarın ardında gürleyen bağırışları dinliyordu.
Anılarında yalnız korkunç bir adam olarak hatırladığı huysuz dedesini ziyarete gelmişlerdi.
Fakat Minho, o zamanlar pek akıl erdiremediği bu tuhaf ve de kavgacı ortama dahil edilmiş sayılmazdı. Patikanın en tepesinde kalan eve ulaştıkları vakit, babası sadece beklemesini tembihleyerek onu kapıda bırakmıştı ve Minho da, dedesinin soğuk bakışlarının üstünde olmayacağı verandada kalmayı seve seve kabul etmişti.
Onları bu eski çiftlik evine getiren şoförleri uçsuz bucaksız bahçeye açılan kapının ucunda dikiliyordu. Minho ara sıra ona el sallıyor, yine de taş evin verandasından uzaklaşmadan, ahşap sütunlarla çevrili girişinde yukarı ve aşağı adımlayıp duruyordu.
Sonra, o sakin yalnızlığının orta yerinde hiç yoktan bir yabancı, kırmızı pançosu ve sarı çizmeleri içinde ufacık bir çocuk belirdi. "Sen kimsin böyle?" diye merakla dikildi karşısına. Koca gözlerini iri iri açmış, verandanın ahşap direğine saklanır gibi yaslanmış ve üzerindeki kürklü kumaşın etekleriyle oynayarak, utangaç bir tebessümle onu seyretmekteydi.
"Ben Minho'yum. Sen kimsin?" dedi büyük olan. Gözleri şüpheyle dolandı bu kısa bedende. Uzun, neredeyse bal rengine çalan kahve perçemlerini küçük parmaklarıyla kulakları ardına iteleyip ona doğru bir adım attı ufaklık. Pançosunun eteklerini savurarak sallanıyordu olduğu yerde.
"Ben Jisungie. Lee dedeye kamyonetin anahtarını yollamıştı appam. Onu getirdim." diye, utangaç bir mırıltıyla konuştu. Tombul yanakları usul usul giyindiği pançosunun rengine bürünüyordu. Sol ayağını ahşap zeminde sürüyor ve minik ucuyla daireler çiziyordu.
"Sen kaç yaşındasın?" dedi sonra. Cebinde taşıdığı anahtar çoktan unutulmuş ve bu uzun boylu, siyah saçları kıvrım kıvrım iki yana saçılan, atkısına gömülmüş suratı tertemiz duran oğlana bir adım daha yanaşmıştı.
"Dokuz yaşındayım."
Minho neredeyse gururla, düğme burnunun ucunu havaya dikerek söyledi yaşını. Dudakları kuzeni Hyunjin'e abilik tasladığı zamanlarda olduğu gibi ukala sırıtışıyla kıvrılmıştı.
"Ay, sen kocamanmışsın! Ben daha yedi yaşındayım."
Ona kaç yaşında olduğunu sormamıştı bile. Fakat Jisungie, o zamanlar adını öyle sandığı bu çocuk; durmaksızın ve bıkmadan, küçük dudaklarında uçsuz bucaksız bir neşeyle gevezeliğine devam etmişti. "Lee dedenin büyük torunu da dokuz yaşındaymış. Bana hep onu anlatıyor, biliyor musun? Tanışsak çok iyi alkadaşlar olumuşuz." dedi.
Hevesle gülümsüyor ve yer yer heyecanına kapıldığından, dudaklarından peltek bir biçimde döküyordu kelimeleri.
"Lee dedenin büyük torunu benim zaten."
Minho, ağzının içinde dönüp duran mırıltısını kimseler duysun istemez gibi eğdi başını. Huysuz, akis, babasının deyişiyle onlardan nefret eden ve bu pis taşra tarafına yerleşip bütün ailesini yok sayan adamın torunu olmaktan pek memnun değil gibiydi hali.
"Aaa! Ne şanslısın, keşke benim de öyle bir dedem olsa." dedi bu küçük yabancı. Kendisi kadar küçük dudakları hemencecik büzülmüş, koca gözleriyse kırpış kırpış baktı uzun oğlana. Soğuktan kızarmış fındık burnunu çekti, Minho yine de dudaklarına doğru süzülen ince, şeffaf sıvıyı görebiliyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
honeybee boy | minsung
FanfictionKahrolası Lee Minho, bir elinde imzalatması gereken o aptal belge ve öbüründe yıllanmış şarabıyla çıkageldiğinde, Jisung'un tek hengamesi kovanın yolunu bulamayan arılarından ibaret hayatı baştan uca değişmişti.