Gelişi yaz yağmurları kadar zamansız Felix, çiftlikte geçirdiği beşinci gecenin ardından Seul'a dönmüştü.
Sabahları gürültülü müzikler eşliğinde kahvaltı hazırlayan, Jisung'a yardım etmek için çiftlik işlerine bulaşıp ahırda ağlaya ağlaya süt sağan ve peşine sülük gibi yapışan Minho'dan itinayla kaçan sarışın oğlanın yokluğu taş evdeki iki kuzen için bile şimdiden elle tutulur cinsten bir boşluk hissi yaratıyorken, Jisung alışkın olduğu rutinlerden ibaret basit hayatına çoktan geri dönmüştü.
Havalar ısındığından arı kovanlarının bahar bakımını yapmaya başlamıştı. Kafasında fileli, beyaz başlığı ve üzerinde yine beyaz arıcı takımıyla eski kovanlarını kontrol ediyor, arıların şuruplarını koyuyor ve artık miladı dolmuş rutubetli kovanları yenileriyle değiştiriyordu.
Minho ise onu kurulduğu pencere kenarı koltuğunda; evde bir ses, bir nefes olsun diye açtığı televizyonda oynayan bir belgesel misali seyrediyordu.
Artık Jisung'un giyindiği kıyafetlerden o sabah ne iş yapacağını anlar kıvama gelmişti. Çiftçi oğlanın ayaklarında uzun, sarı çizmeleri varsa ahırda ineklerini sağıyor; seviyor ve otlanmaya götürüyordu. Eğer renkli tulumlarından birini giyinmişse tarla işleriyle uğraşıyor ve eğer hasır şapkasını takmışsa, tavuklarını yemliyordu.
Bütün bunları artık ezbere biliyordu çünkü Minho'nun çiftlikteki günleri korkunç derecede sıkıcı geçiyordu.
Sabahları uyanıyor, formunu korumak için tempolu koşulara çıkıyor, öğünlerini aksatmıyor, kitaplar okuyor, bahçede oradan oraya koşturan Jisung'u seyrediyor, Jisung'un tavuklarını mutfaktan kovuyor, sonra akşam yemekleri hazırlıyor ve bütün bu izbeliğin orta yerinde bulduğu sakin yaşamı sevmeye çalışıyordu fakat bir türlü olduramıyordu.
Çünkü Lee Minho anlık ve de gürültülü hikayelerin, pahalı eğlencelerin adamıydı.
Ulaşılamaz ve plansız, onunla iki kadeh yuvarlayan herkesin kimliğinde yazılı adıymışçasına benimsediği göbek adıydı. İki kadeh diyorum çünkü üçüncüye geçmeden sıkılırdı Minho, gecenin kalanında bir sihirbazın kutusuna sıkıştırılmış maskotlar gibi kaybolur ve bir daha da bulunamazdı. Kim bilir, belki de onu kimseler bir daha bulmak uğruna aramazdı.
Fakat eğlenmeyi iyi bilirdi Minho, kendini sevdirmeyi bildiğinden daha çok bilirdi hem de. Zaten kendini sevdirmek ona doğuştan bahşedilmiş bir yetenekti. İnsanın gözünün içine bakar ve ruhunu o parlak gözleriyle okşar, dolgun dudaklarıyla öperdi. Adamın aklını gülüşüyle sarhoş ederdi, her istediğini öyle kolayca kıskıvrak çekerdi kucağına ve bir sonrakine geçerdi.
Ancak ne çaredir ki, bu çiftliğe düştüğü o kahrolası günden itibaren korkunç, basit ve de sıradan bir döngüye takılıp kalmış gibiydi hayatı. Artık vakit gece yarısını bulmadan uykusu geliyordu, sabahları haddinden erken uyanıyor ve akşamları içtiği iki yudum birayla günün sonunu getiriyordu.
Ve bütün bunları gececi kuşlardan farksız eğlenceler peşinde koşan benliğine bir türlü yediremiyordu. İşte tam da böylesi bir günde, gece siyah örtüsüyle tepesine çökmüş ve Hyunjin yan odasında mışıl mışıl uyuyorken, Minho ölümden de sessiz evi terk ederek bahçeye adımladı.
Seungmin aramıştı.
Minho'yu aramış ve onun uykulu suratını görünce, şaşkın gözlerini kırpıştırarak özürler dileyip kapatmayı teklif etmişti. Minho ise uzun zamandır konuşmadığı oğlana kabalık etmek istemediğinden ve vakit gece yarısını henüz bulmuşken uyukluyor olmaktan epey rahatsız hissettiğinden, üzerine ince bir ceket alarak bahçeye çıktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
honeybee boy | minsung
FanficKahrolası Lee Minho, bir elinde imzalatması gereken o aptal belge ve öbüründe yıllanmış şarabıyla çıkageldiğinde, Jisung'un tek hengamesi kovanın yolunu bulamayan arılarından ibaret hayatı baştan uca değişmişti.