"Lee Minho! Geberteceğim seni."
Ucu bucağı olmayan bir kargaşa ve gürültüler, çalan telefonlar, ötüşen horozlar, bağırışlar ve güçsüz yumruklarıyla onu kıvrılıp kaldığı koltuktan itekleyip yere düşüren köylü oğlanlar... Han Jisung. Baş belası Han Jisung.
Minho'nun sabahları artık böylesi korkunç bir kaos içinde başlıyordu.
"N'oluyor ya?" deyişiyle, devrildiği ahşap zeminden kalkarak homurdandı. Bir önceki gecede kalmış koşturmacalarında dağılmış salonun orta yerinde dikilerek, ağzında ahmak sırıtışıyla Jisung'un sinirden köpüren ufak bedenine dikti gözlerini.
"Ne mi oluyor?" dedi Jisung, koltuktaki yastıklardan birini kavrayıp Minho'ya fırlatmıştı. "Ah, bu ne içindi?!"
Minho, göğsüne çarpıp ayaklarına devrilen yastığı kaldırıp şaşkın şaşkın baktı küçük olana. Aklı hâlâ henüz ayılmış olmanın yarattığı puslu hiçliğinde yüzüyor olduğundan, Jisung'un neye kızmış olabileceğine dair sahici bir bilinmezlikle orada öylece dikiliyordu.
"Salağa yatma! Dün gece beni sarhoş edip imza attırmaya çalıştın!" diye, yumruklarını sıkarak çığırdı küçük olan. Minho'ya doğru bir adım atmış, ardından hâlâ salondaki ahşap masanın üzerinde duran boş şarap şişesini kavrayıp sinirle burnu ucunda sallamıştı. "Bununla!"
"Ay, doğru ya."
Minho, diğerinin öfkeden kudurmuş suratı, sık nefesleriyle inip kalkan göğsü ve adeta ruhunu kesip biçen keskin bakışlarına karşın titreyerek bir adım geri kaçtı. Kabul etmeli ki Jisung, günlerdir yalnız saf ve de sevecen yanlarını gördüğü bu köylü çocuk, şimdi elinde sımsıkı savurduğu ağır şişeyle bir tutam ürkütücü duruyordu.
"Ama sen de imza falan atmadın yani. Abartmasak?" dedi. Jisung onun aralarında yarattığı ufacık mesafeyi tek adımda eritip yeniden karşısına dikilmişti.
"Beni kandırdın."
Ve Minho, yeniden kaçtı. Ağzında eğreti tebessümüyle çocuk kandırır gibi gülümseyerek geriye adımladı, Jisung ise onun ayakları peşine takılmıştı. Büyük olanın sırtı salonun ahşap duvarına yaslanana dek savruldular evin içinde. "Ben buna kandırmak demezdim. Sadece, elime bir fırsat geçti ve değerlendirdim."
"Aynen, fırsatı bizzat kendin yarattın. Resmen alkole dayanıklı değilim diye getirmişsin o şarabı, pislik!"
Gözleri sonuna kadar açılmış, dişlerini sıkıyor ve elinde sımsıkı taşıdığı şişeyi konuşurken sağa sola savurarak Minho'nun üstüne yürüyordu. Minho, sırtında ılık bir ürperti yaratan duvar ve göğsüne dayanmış çocuğun sıcak öfkesi arasında kalarak titredi.
"Ya, ya, ya! Önce şunu indirelim, elinden bir kaza çıkacak." diyerek, küçük olanın ince bileklerini kavramış ve şarap şişesini almaya kalkışmıştı. "Çıksın zaten! Pislik, pislik, pislik!"
Jisung, sarf ettiği her bir kelimeyle boş şişeyi Minho'nun göğsüne, koluna, karnına, canını yakacak herhangi bir parçasına savurarak bağırdı. Minho da onunla birlikte çığlıklar atıyor, ne dediği anlaşılmaz gürültüler yaratarak küçük olanın kollarını yakalamaya çalışıyordu.
"Sakin olur musun? Jisung!" diye çığırdı, bir eliyle şişeyi kavramış, öbürüyle de diğerinin çıldırmış gibi kıpırdanan bedenini sımsıkı sarmıştı. Jisung dağılmış, kabarmış, kıvrım kıvrım dalgalanmış fakat hâlâ ipeksi bir ışıltıyla parlayan bal sarısı perçemlerini üfleyerek savuşturdu kirpikleri ucundan.
Soluk pembe bir ateşle öpülmüş çilli suratı, sabah güneşini giyinmiş berrak pınarlar gibi aktı adamın gözlerinin ötesinde. Parlak dudakları da aynı ateşin rengine bürünmüş, iri iri açılmış gözleri kırpış kırpış ve her şeyiyle fazla yakın, fazla tanıdık süzülüyordu kollarında.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
honeybee boy | minsung
Fiksi PenggemarKahrolası Lee Minho, bir elinde imzalatması gereken o aptal belge ve öbüründe yıllanmış şarabıyla çıkageldiğinde, Jisung'un tek hengamesi kovanın yolunu bulamayan arılarından ibaret hayatı baştan uca değişmişti.