on üç; I can be the cat, baby, you can be the mouse

525 86 290
                                    

"Öldüreceğim onu. Bok beyinli aptal."

Minho'nun yanında Seungmin ile birlikte çiftliğe döndüğü sabahtı. Ufacık bir rüzgarın dahi esmediği sıcak öğlen güneşinin altında, hava hiç olmadığı kadar durgunlaşmış ve etraf eski Amerikan filmlerindeki kovboyların tozlu idünyası kadar kurakken, Jisung kümesin çitlerle çevrili bahçesinde oturuyordu. Kucağında parlak tüylerini okşadığı Prenses Boo'su vardı. Beyaz tavuk ara sıra gıdaklayarak küçük kafasını sağa sola yatırıyor ve onun huysuzca büzüşmüş dudaklarından dökülenleri, sanki gerçekten anlıyormuş gibi bir ilgiyle, Jisung'un suratına bakarak dinliyordu.

"Ben kaç gündür onu bekliyorum, sen de biliyorsun ne kadar özledim. Ama o, yüzüme bile bakmadı! Yanındakinin ağzına düşecekti neredeyse, gördün değil mi? Bir de sonra gevşek gevşek bana gelip ne yaptığımı sormaz mı? Beyinsiz kırmızı kafa..."

Eşelediği topraktaki otları hırsla yolarak yumruğunu sıktı ve avucu, tenine batan irili ufaklı taşların sızısıyla doldu. Fakat etini çizen bu minik yaralar, küçük göğsündeki öfke dolu kocaman ateşin yanında hiçbir şeydi. Jisung'un aklı hala, o sabah araba motorunun sesini duyup mutfak kapısından hevesle fırladığı ve Minho'yu karşısında, uzun boylu yabancının tekiyle bulduğu utanç dolu anın içinde takılı kalmıştı.

Bu anın içinde, Minho artık kan kızılı parlayan tazecik boyalı saçlarıyla ve cılız meltemlerin uçuşturduğu keten takımı içinde, bir çeşit dergi çekimine gelmiş gibi yürüyordu. Sonra onun hemen yanında, uzun, incecik bedeni ve sarı saçlarıyla bütün gözleri üzerine toplayacak kadar güzel, bohem giyimli bir oğlan beliriyordu. Boynuna astığı fotoğraf makinesiyle Avrupalı turistleri andıran bu yabancı, ara sıra duraksayarak etrafındaki yeşilliğin küçük kamera lensinde nasıl göründüğünü kontrol ediyor, tükenmez gülüşlerinin en hoş kıvrımlarını da böylece koca ağzında şekillendiriyordu.

Ve ardından sahneye Jisung giriyordu.

Çilli suratı una bulanmıştı, Winnie The Pooh baskılı mutfak önlüğü çilek marmelatı lekeleriyle doluydu ve alnına bağladığı benekli bandanasıyla perçemlerini geriye yatırmış, olabilecek en pejmürde haliyle bu ikilinin tam karşısında dikiliyordu. Onların varlığı yanında ufaldıkça ufaldığını hissederek, adeta bir havuç gibi yerin dibine kök salmak istiyordu.

"Onun için yaptığım turtayı da beraber yediler..."

Dudaklarını büzüştürerek, bu sefer sessizce mırıldandı ve kucağında gıdaklayıp kabaran tavuğunun başını okşayıp güldü. "Tamam, belki ben alınganlık yapıyor olabilirim. Ama sen de kendini benim yerime koy, İbibikcan seni yumurtaladıktan sonra kuluçkana başka bir tavuk getirse ne yapardın?"

Prenses Boo, bu sefer ince boynunu dimdik kaldırarak gıdakladı ve Jisung onun minik gagasına küçük bir öpücük kondurarak, "Aynen öyle, gözünü oyardın." diye, kendi kendine mırıldandı.

Günün bu saatinde, tavuklarının çoğu araziye dağılmış ve sadece birkaçı kümesin çitleri arasında dolanıyor, Jisung'un neden orada öylece oturduğunu sorgulayan meraklı gıdaklamalarla etrafında geziniyorken, Jisung artık eve dönme vaktinin geldiğini düşündü ve bu düşünce bile içini korkunç bir kasvetle doldurmaya yetti.

Minho'yu ve yeni misafirleri Seungmin'i hiç bilmediği konular hakkında tatlı tatlı sohbet ederken seyretmeye hazır mıydı bilmiyordu. Bir de Hyunjin vardı ki, Jisung onun bu fotoğrafçı oğlanla Minho'dan daha eski bir geçmişe sahip olduğunu öğrenmişti ve dolayısıyla, çiftlikteki en yakın arkadaşının artık en yakın arkadaşı olmadığı gerçeğiyle yüzleşmeye de pek hazır sayılmazdı.

"Of, ben gideyim artık. Hava da sıcak, iyice aptal oldum güneşten. Sen de otlanmana dön haydi." dedi, tavuğunu nazik bir öpücükle kucağından indirmişti. Ardından çitlere tutunarak ayağa kalktı, şortunun poposundaki tozları silkeleyerek kümesten çıktı ve çiftliğe uzanan bahçe yoluna adımladı.

honeybee boy | minsungHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin