Uyandığında pencere kenarında kalan küçük bir yataktaydı.
Afallamış aklı hâlâ uykunun tatlı sersemliğinde yüzüyor olduğundan, nerede olduğuna dair ufacık bir karmaşaya kapılarak doğruldu yatakta. Soluklarına sızan tatlı, çiçeksi aroma ve sızlayan suratını ısıtan güneşin hüzmeleriyle yıkanan odada gezindi gözleri.
Beyaza boyanmış ahşap duvarlar, camın ardında yaklaşan baharın yeşiline bürünmüş uçsuz bucaksız bir bahçe ve demir çatılı ahır, kulaklarında yankılanan horozun uzun ötüşleri ve bu taze sabahın bağrında yükselen, alışkın olmadığı uğultular vardı sadece.
Minho kesinlikle şehrin göbeğinde, manzarası lüks gökdelenler ve şehir ışıklarından ibaret evinde değildi.
"Siktiğimin çiftliği." diye, huysuzca mırıldandı. Bir önceki gecede yaşananlar korkunç bir çığ misali, önce minicik bir kar topu ve devamında altında kalacağı soğuk bir kar yığınına dönüşerek yığıldı aklının orta yerine. İmzalatamadığı lanet olası belge, sinirleri üzerinde tepinen Han Jisung ve sağ gözü altındaki sızının yegane sebebi olan o dağ ayısı yabancı...
"Siktiğimin köylüleri."
Bu sefer bir mırıltıdan da büyük homurdanışıyla terk etti bu çiçek yatağı gibi hissettiren temiz çarşafları. Ardında bıraktığı dağınıklığı toplama zahmetine girmeden, pencere kenarına doğru adımlamış, esnediği vakit daha da kuvvetli sızlayan yanağının camdaki yansımasında bile belirgin duran morluğu üzerinde parmaklarını gezindirerek, küfürlerden ibaret homurdanışları eşliğinde pervaza yaslanmıştı.
"Şu bok yığını arsa için düştüğümüz hale bak." dedi, yeşilliğinde koşturan tavukları, kırmızıya boyanmış ahşap kümesi ve sıra sıra dizilmiş arı kovanlarını bütün bunlardan ayıran çitle çevrili bahçeyi seyrediyordu.
Jisung, daha dün gece tanıştığı ve her bir sinir hücresini ustaca dürten çocuk, bahçeye açılan mutfak kapısı ucundaydı. Kafasında hasırdan kocaman bir şapka, üstünde kot tulumu vardı.
Kırmızı eldivenlere bürünmüş ellerini kucağında taşıdığı geniş kovaya daldırıp tahıllarını saçtı yere, tavuklarını yemliyor ve Minho'nun kulaklarına boğuk uğultular olarak tırmanan bir şeyler konuşuyordu kendi kendine.
Minho, ahşap pencerenin kızağını ittirerek açtı camı. Pervazdan sarkıp suratını yalayan serin sabahın temiz havasına karışmış ve ağzında hınzır bir sırıtışla, bu çiftçi çocuğun dediklerine kulak kesilmişti.
"Peter Pan, Wendy! Buraya gelin." diye seslenmekteydi Jisung. Yem kutusundan saçtığı tahılların kenarında dikiliyor ve ayakları ucuna koşturan tavuklarına sesleniyordu. "Günaydın kızlarım, afiyet olsun."
Kuyruklarını sallayarak ötüşen ördekler, hepsi birbirinden farklı renkte tavuklar ve irice bir tanesinin peşinde koşturan civcivler döktüğü yemi gagalamaya koyulmuşken, Jisung orada öylece, buğday kadar parlak suratına saçılmış çilleri ve tatlı tebessümüyle seyrediyordu onları.
"Mama Coco, bebeklerin ne kadar büyümüş." diye, neşeyle cıvıldadı sonra. Yem kovasını bir kenara kaldırıp Minho'nun yalnız on beş tane sayabildiği tavukların yanı başına eğildi.
"Hepsi de çilli, aynı sana benziyorlar."
Ellerini çırparak ve Minho'nun deyişiyle tam bir sersem gibi gülümseyerek bekliyordu yemi bitirmelerini. Minho, zapt edemediği hayret dolu bir kıkırtıyla iki yana savurdu başını. "Sana daha çok benziyorlar." diye, kendi kendine mırıldandı ve Jisung, onun bu alaycı söylenişini işitmiş gibi yukarı kaldırdı başını.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
honeybee boy | minsung
FanfictionKahrolası Lee Minho, bir elinde imzalatması gereken o aptal belge ve öbüründe yıllanmış şarabıyla çıkageldiğinde, Jisung'un tek hengamesi kovanın yolunu bulamayan arılarından ibaret hayatı baştan uca değişmişti.