Başımı soğuk okul sırasına dayadım.
Yaz gelmişti ama havalar ısrarla ısınmıyor, yağmurlar dinmiyordu. Pencereden görünen yeni yeni tomurcuklanmaya başlamış ağaçların budakları rüzgarın etkisiyle bir o yana bir bu yana sallanıp duruyordu.
Güneşin ışıkları pencereyi geçip doğrudan yüzüme vuruyordu ama bunun rahatsız edici ve ya yakıcı bir yanı yoktu. Ama gözlerimi kapatıp birşeyleri hayal etmeye çalıştığımda gözkapaklarımı siyah değil de kırmızı görüyor oluşum dikkat dağıtıcıydı.
Bu yüzden tam bir haftadır Viktoru görememenin verdiği yalnızlık hissiyle dışarıyı izliyordum. Son kez beni evime bırakmış ve tekrar tanrıdan beni korumasını dilemişti. Ama tanrı benim umurumda bile değildi.
O, siyah kiyafetleri ve boynundaki gümüş haçıyla tanrıdan daha güzeldi ve başıma gelecek her türlü kötülüğün sebebi olmasını istiyordum.
Fulya hocanın anlattıklarını can kulağıyla dinliyor beni daha da yalnızlaştırıyordu. Tarihi neden dinlerdin ki? Kitapta zaten aynı şeyler yazmıyor mu? Belki de yazmıyordu, hiç açıp okumayı denememiştim, çünkü tarihi hiç sevmezdim.
Yine de ben artık öğretmenin sesine karşı bir direnç kazanmıştım ve anlattıkları kulağıma bir camın arkasından konuşuyormuş gibi geliyordu.
Kapı tıklatıldı ve kulakları monoton bir anlatıya alışmış sınıf yeni sesi hemen bundan ayırmış, tüm bakışlar kapıya çevrilmişti.
"Girin."
Kim olduğunu merak etsem de başımı kaldırmadım çünkü, okuldaki kişilerin en küçük ilgimi haketmediklerine inanıyordum. Ama merak ederek bu ilgiyi çoktan vermiş olmuyor muydum? Onların bunu görmemesi birşeyi değiştiriyor muydu?
Fulya'nın kolumu dürtmesiyle başımı kaldırıp ona sinirlenecektim ki, duyduğum ses buna izin vermedi.
"Günaydın, Rüstem, konuşabilir miyiz?"
Eğer hoca dışarıya çıkmak için hamle yapmıyor olsaydı, kapının önünde durmuş uzun bedenin gerçekliğini inkar edebilirdim.
O gümüş saçları ve beyaz gömleğiyle orada duruyor, hocaya bakıyordu.
Hoca gülümseyerek Viktora doğru yaklaşmaya başladı. Şu an yapmam gereken, şoku atlatmak ve onun dikkatini çekecek birşeyler yapmaktı. Yoksa, beni farkedemeden gider ve ben bu şansı kaçırdığım için kendimi İstanbul'un en yüksek binasından aşağı atardım. Tanrım, o kadar cahildim ki İstanbul'un en yüksek binasının hangisi olduğunu bile bilmiyordum. Çok şükür ki konumuz bu değil.
Telaşla daha kendim ne yaptığımı anlamadan kendi yumruğumu burnuma geçirdim ve bunu kimsenin farketmemiş olmasını umdum. Tamam, şaka yapıyordum, bundan önce bin kez burnumu kanatarak derslerden kaçmıştım, profesyonel sayılırdım. Sık sık yaptığım için muhtemelen orada bir damar zarar görmüştü ve bu işimi daha da kolaylaştırıyordu. Yine de içeriye yakışıklı bir rahibin girmesiyle burnumu kanatmamın aynı zamana denk gelmesi çocukların gözünden kaçmazdı. En azından Fulya görmüş olacak ki gözleri büyümüş ne yapacağımı izliyor, dudağının altında bana sövüyordu.
Elimi burnumun altına tutup gürültülü bir şekilde sıradan kalktım. Bu sırada öğretmenin bakışları sorgular gibi bana çevrilmişti. Ve tabii ki, onun. Çok da şaşırmış gibi durmuyordu gerçi. Belki de beni çoktan görmüş ama çaktırmamıştı. Böyleyse eğer burnumu boşuna kanatmış bulunacaktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BLUE VELVET
RomanceDemiştin ki, eğer bir yolunu bulabilseydin, tüm günü gece yapardın.