ESKİ SAVAŞ

16 4 2
                                    

ESKİ SAVAŞ
        Yaralı yabancının Estel şehrine gelişinin tam dört
yüz seksen yıl öncesiydi.

KIYAMET BAŞLIYOR
        Batı Yakası insanları, Nerislere Tolya’nın kapılarını açmış, Nerislerle Batı Yakası halklarının bir çoğu önce kuzey dağları üzerinden ilerleyip Doğu Yakası halklarına saldırıp  birkaç şehri yakıp yıkmış ve yağmalamıştı. Buralardan aldıkları ganimetler onlar için hiçbir şey ifade etmiyordu çünkü asıl amaçları Doğu Yakası'nın güneybatısında yer alan zenginlik ve
sonsuz güçtü. Burası kadim şehir Mina'ydı. Bazı halklar ise buraya Işıklar Ülkesi diyordu. Tolya’nın yaşam kaynağının burada olduğuna inanılır ve burada yaşayan Liva ırkının atalarının ruhlarının ise Güneş olduğu kabul edilirdi.
        Livalar birbirlerinin kopyası gibiydiler. Uzun boylu,iri görünüşlü ama asla zayıf değillerdi. Ömürleri çok uzundu ama ne kadar olduğunu kimse bilmezdi. Kendi şehirlerinin dışına çok nadir çıkarlar ve ne insanlarla ne
de diğer ırklarla hiç konuşmazlardı. Sadece gülümserlerdi. Tüm ırklar başlarına gelen her türlü felakette Livalardan medet umar ve Livalar da
ellerinden gelen her şeyi yaparlardı. Tenleri simliymiş gibi ışıl ışıl parıldıyor ve karanlıkta kendi çevrelerini az
da olsa aydınlatacak kadar bir ışık yayıyorlardı. Parıltıları en çok beyaz olmakla beraber kimi zaman
hafifçe bir tozpembe, açık bir yeşil veya tatlı bir eflatun olabiliyordu. Ay ışığının altında ise tamamen bembeyaz bir ışık demeti gibi olmalarına rağmen uyudukları zaman; gece vakti gökyüzünün parlak mavisine
bürünüyorlardı. Üzerlerinde ise hepsinin uzun tüylerle kaplı son derece sade giysileri vardı.
        Kan ve gözyaşı içinde yurdundan sağ olarak kaçmayı başaran Doğu Yakası insanlarının bir kısmı eski hikayelerde de geçtiği üzere Nerislerle doğal düşman olan Xorena'lara sığınırken diğer bir kısım ise
daha zor bir yolculuğu tercih edip Raksor Dağları’nı aşıp daha güvenli olan Mina şehrine doğru yola
koyulmuşlardı. İnsanlardan, Nerislerin Tolya’ya saldırdığı haberini alan Xorenalar, sırf bu haberi
getirdikleri için bir avuç mülteciye kapılarını açmışlar ve en kısa sürede savaş durumuna geçmişlerdi. Her ne
kadar saldırgan ve savaşçı bir ırk olsalar da büyük bir yardım olmadan asla Nerislerle başa çıkamazlardı. Bu
yüzden diğer tüm Xorena şehirlerine haber salınıp durum anlatıldı ve Mina şehrine doğru ilerleyeceği kesin olan Neris ve Batı Yakası orduları, Raksor Dağı yamacındaki Xorenalar'a ait Xol şehrine varmadan tüm güçleriyle yardıma gelmeleri istendi. Bir ulak da Liva'ya gönderildi ve bu kaçınılmaz savaş için ittifak talebinde bulunuldu lâkin Livanın kapıları, bu ittifak talebini alıp Neris saldırısını da öğrenince buraya sığınmak için gelen insanlara dahi açılmamak üzere
kapatıldı. Elbette ki Xorena ırkının ittifak talebi de reddedilmiş; Xorenalar, bitap düşmüş insanoğluyla beraber bu zorlu düşmana karşı tek başlarına mücadele etmek zorunda kalmışlardı.
        Xol şehrindeki savunmayı haber alan insan ırkı şehirlerinin bir çoğu ordularıyla birlikte buraya hareket
etmiş deniz kavimleri ise Tolya’ya son getirebilecek bu savaşta bir yer edinmeleri gerektiğini düşünüp Batı
Yakası krallarına onların yanında yer almak istediklerini söylemiş ve müspet cevap almışlardı. Bu durum güçlenmekte olan Xorena ırkı ve insan ırkı ittifakı için büyük bir sorundu. Çünkü denizden gelebilecek bir saldırı durumunda kuvvetler ikiye
bölünerek iki cephede de direniş gücü azalacaktı. Tüm bu olumsuzluklara ve Işıklar Ülkesi’nin sırt çevirmesine rağmen savaşmaktan başka hiçbir seçenek yoktu.
        Hem Xorena hem de insan ırkı şehirlerinden askerler gelmiş büyük bir savunma hattı oluşturulmuştu. Neredeyse iki milyonluk dev bir ordu
vardı artık. Bu ordu sayısal olarak ne kadar fazla olursa olsun, Nerisler’in muazzam güçleri, üstün savaşçı
yetenekleri, dev mancınıkları ve saldırı kuleleri karşısında ancak bir kaç hafta ya da bir aydan biraz daha fazla direnebilirdi veya belki de hiç direnemezdi.
        Her bir Neris iki metreden daha uzun ve kemikleri ise bir insan kemiğinin neredeyse iki katı büyüklüğünde ve kalınlığındaydı. Ağır görünüşlerine rağmen bir insandan çok daha hızlı ve ortalama bir insan zekâsına sahiplerdi. Göğüslerinde, yanlardan sırtına doğru uzanan doğal bir savaş zırhı olan dış kemik iskeletleri kül renginde, tenleri ise zifiri siyah olan bu ırk, keskin koku alma duyusunun yanında çok iyi duyan,
gözlerinin yanından dudaklarının kenarlarına doğru uzanan kulaklara sahiptiler. Gözleri ise kiminin beyaz
kiminin parlak mavi ve çok azının ise ateş kırmızısıydı. Ateş kırmızı gözlere sahip olanların boyları ise üç
buçuk metreye kadar ulaşabiliyordu. İri büyük elleri kalın boğumlu parmakları ve kısa keskin pençeleri ile her biri tam bir cehennem bekçisi gibiydi. Dizleri ise diğer tüm varlıkların aksine öne değil geriye doğru bükülmekteydi. Bu da onlara pençeli güçlü elleri ile beraber üstün bir tırmanma yeteneği veriyordu. İşte tüm bu özellikleriyle Xorenaların ve insanların onlara karşı pek bir şansı kalmıyordu.
        Batı Yakası halklarından sadece bir tanesi bu ittifaka dahil olmamış ve diğer tüm halklar Nerislerle birlikte
bu halka saldırıp çok kısa bir süre içinde şehirlerini yerle bir etmişti. Bu halk Tolya’nın en savaşçı halkıydı.
Bu halk Samela halkıydı. Samela halkı olanca gücüyle bu saldırıya karşı koymasına rağmen kaçınılmaz son
gerçekleşmiş ve şehir düşmüştü. Şehrin en iyi savaşçılarının olduğu Afari birliğindeki seksen
savaşçıdan yirmi iki tanesi geri çekilmenin bir yolunu bularak hayatta kalmayı başarmış, unutulmuş patikalar ve sarp geçitlerden geçip deniz kıyısına ulaşıp iki tekne
ile Doğu Yakası kıyılarına gelmeyi başarmışlardı.
        Samela halkı birçok şehrin insanlarını, farklı boy ve
budunlardan birçok insanı barındıran çok farklı kültürlerin bir arada yaşayabildiği ender bir topluluktu.
Şehrin adı Gri İnci’ydi ama artık böyle bir şehir yoktu. Şehirden artakalan yıkık dökük evler, cesetlerle dolup
taşmış sokaklar, kan kokusu alıp gökyüzünden payını almak için yere inen leş kargaları, tarifsiz güzelliğini
yangın sonrası gri kül yağmuru altında saklayan bir saray ve ölü insanlar arasında çıplak ayakla, elleri yüzü ve gözü kana bulanmış saçları toz toprak içinde kalmış olduğu halde kül yağmuruna teslim olan gözleri yaşlı üstsüz üşüyen ve korkmuş dört yaşlarında sarışın erkek bir çocuktan ibaretti.
       
        Doğu Yakası’na ulaşan Afariler’in tek amacı hayatta kalmak değildi. Doğu Yakası insanlarını hızla
yaklaşmakta olan bu tehlikeye karşı uyarmaktı. Eğer erken davranılırsa belki bir şeyler yapılabilirdi lakin
gölgeler kadar sessiz rüzgârlar kadar da hızlı olmalıydı. Bu yirmi iki savaşçıdan ikisi Piresin ve Satuk'tu.
Afarilerin en büyük iki savaşçısı.
Artık zaman kaybetmeden Doğu Yakası hakları uyarılmalı ve bir şeyler yapılmalıydı. Batı Yakası halkları ise ivedi bir şekilde arkalarından geleceklerdi. Bu yüzden ilk birkaç şehir hızla uyarılıp geçici bir mukavemet hattı oluşturulup içlere doğru uzanıp daha büyük savunma kuvvetleri toplayacak zaman bulabilirlerdi belki. Lakin Nerisler uyku ve yorgunluk
bilmeyen bir ırktı. Ne kadar hızlı hareket ederlerse etsinler hep bir adım geride kalıyorlar Doğu Yakasının
Kuzey şehirleri bir bir düşüyordu.
Yirmi iki büyük savaşçı bunun üzerine yönlerini doğuya çevirmiş ilerlemeye devam ederken büyük Bir kafile ile karşılaştılar. Temra şehrinin sakinleri yaklaşmakta olan tehlikeyi haber almış ve şehirlerini terk edip Xol şehrine doğru yola koyulmuşlardı.  

        Xol’da büyük bir savunma hattı oluşturulduğunu bu mülteci
kafileden öğrenen savaşçılar zaman kaybetmeden Xol’a doğru istikamete vardılar. On beş gün süren yolculuğun ardından Xol sınırlarına ulaşan savaşçılar şehrin öncü
birlikleriyle karşılaştılar. Batı Yakası askerleri gerek kıyafetleri gerekse teçhisatları bakımından Doğu
yakasından çok farklıydı. Savaşçılar öncü birlikler tarafından görülür görülmez bir anda ok yağmuruna
tutuldular. Birbirine geçen kalkanlarını bir anda kaldırıp birbirine kenetleyinceye kadar savaşçılardan ikisi yaralanmıştı bile. İniltiler ve kalkanların arasından
gür bir ses yükseldi.

“Silahlarımızı bırakıyoruz biz düşman değiliz.” dedi Piresin.

“Kalkanlarınızı indirin ve silahlarınızı bırakın ki düşman olmadığınızı bilelim.” dedi öncü birliğin sorumlusu.

İç içe geçmiş ağır çelik kalkanlar keskin bir gıcırdamayla birbirinden ayrılarak yere indi ve silahlar
birer birer ellerinden düştü. Gözcüler; ellerinde yay,kimilerinin ellerinde de mızrak yahut kılıçlarla Afarilerin etrafını sarıp silahlarını topladıktan sonra önlerine katıp Xol şehri surlarına doğru ilerlediler.
Xol kralının karşısına çıkarılan Afariler durumlarını ve niyetlerini anlatıp onlarla birlikte savaşmak
istediklerini söylediler. Xol Kralı Azor, Batı Yakası ulaklarından Samela şehrinin durumunu öğrenmiş ve bu yirmi iki savaşçının bu arzusunu büyük bir memnuniyetle kabul etmişti. Yaralanan iki savaşçının
ise ivedilikle tedavilerine başlanmış ve yaklaşmakta olan büyük savaşta bu büyük savaşçıların Üstün
yeteneklerinden de faydalanılması istenmişti çünkü sadece bu iki savaşçı bile savaşın gidişatını etkileyebilirdi.
        Batı Yakası orduları ve Neris ordusu, Samela Afarileri’nin Xol şehrine gelişini izleyen otuz beşinci
gün ufuk çizgisinde görülmeye başlanmıştı bile. İlk savunma hattını Nora kayalıklarının üzerine kurup
oklarla saldırıyı kırmayı düşünmüşlerdi. Bu sadece şaşırtma ve zaman kazanma adına düşünülmüş bir hamleydi. Nora kayalıkları Xol şehrine yaklaşık bir kum saati mesafesinde yirmi insan boyu yüksekliğinde ve düz bir hat boyunca çeyrek kum saati yürüme mesafesinde şehrin Kuzey Doğu güney batı hattı boyunca uzanmaktaydı. Kayalıkların üzerine tam yirmi bin okçu yerleştirilmiş ve işlerin ters gitmesi durumunda kayalıkların arka tarafından Tresen nehrine geçmeleri için yüksek saldırı kuleleri yerleştirilmişti. Askerler bu kulelerdeki borularla aşağı inebilecek ve nehirde hazır bekleyen teknelerle nehir boyunca ilerleyip şehrin arka kapılarına ulaşacaklardı.

        İkinci savunma hattı ise şehir surlarının yirmi ok atımı mesafesinde kurulmuş siper mevzileriydi. Bu
menzillerin yaklaşık bir ok atımı mesafesinde iki insan boyu derinliği ve genişliğinde şehir surlarını çepeçevre
saracak şekilde kazılmış boylu boyunca bir hendek üzeri tahtalarla örtülmüş ve toprakla kapatılmış bir şekilde yıllardır hazır durumda bekliyordu. Hendeklerin içi ise iblisin kanı denilen yağlı, kalın kıvamlı bir madde ile doluydu. Üçüncü hat Kale savunmasıydı ve en çok asker burada bulunuyordu. Kale iç içe çift Sur duvarlarından oluşmakta ve iki duvarın arasında yerleri kaplayan iri taş kapaklar tuzaklı halde ağırlığı bir yanına alınca olduğu yerde içeri doğru dönüp beş insan boyundaki mızrakların dikili olduğu alana düşmanların düşmesi için tasarlanmış son derece akılcı bir tuzaktı. Düşman askerleri için burayı geçmek imkânsız denecek kadar zordu fakat Nerisler tüm düşmanlardan daha farklıydı.
Savaştaki son savunma hattı ise bir zorunluluktu. Bir kaçış planı. Ve daha doğrusu Işıklar Ülkesi’nin katılmadığı bu savaşı onların evlerine götürmenin tek yoluydu. Nerislerle başaçıkabilecek tek ırk onlardı lâkin mültecilere bile kapılarını kapatmışlardı. Onların destek vermediği bir savaşta Nerisler’e karşı hiçbir ırkın şansı asla olamazdı. Livalar’ın ise hiçbir sebep göstermeden bin yıldır açık duran üç şehir kapısını kapatması büyük bir hayal kırıklığı ve şaşkınlık yaratmıştı. Kapılardaki neredeyse Kale boyundaki altı nöbetçi Liva ise ilk kez dizlerinin üzerine çöküp ellerindeki iki devasa kalıcı toprağa saplayıp tehditkâr bir şekilde duruyorlardı ve kapalı kapıların ardında Mina şehrinde ne olup bittiğine dair hiçbir tahminde
bulunulamıyordu.

BİR BAŞKA DÜNYA KRALLAR SAVAŞI ISTİLAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin