"Anka! Anka, kızım!"
"Anka."
Önlüğümün zar zor kapattığı dizimde hissettiğim soğuklukla olduğum yerde sıçradım. Ön koltuktan bana bakan Anıl irkilmemle önce parmaklarını sonra da elini yavaşça geri çekti ve birkaç saniye iyi olduğumdan emin olmak istercesine bana baktı.
Bir süreliğine kim olduğunu ve neden burada olduğumu sorguladım kendi kepndime.
"Bunu görmek isteyebilirsin." diye mırıldandı önüne dönmeden önce.
Yine kâbus gördüğümü anlayınca rahatlayabilmek adına derin bir nefes aldım ve tekrardan arkama yaslandım. Bilinçaltımda neler dönüyor bilmiyordum fakat bu duruma bir an evvel bir çözüm bulmam gerekiyordu. Nasıl yapacağımı bilmesem bile.
Birkaç saat önce yaşananlar aklıma geldiğinde derince iç çekip başımı iki yana salladım. Kutay da, yetimhane de, geçen o yirmiyi aşkın yılımı da orada bırakmıştım artık. O eski defteri kapatmakla kalmamış, yakıp kül etmiştim artık.
Bakışlarım cama kaydığında gözlerimi kıstım iyice. Hatta birkaç saniye güneş ışığı yüzünden açamadım bile gözlerimi. Hazır olduğumu hissettiğimde yavaş yavaş açtım gözlerimi. Fakat bu sefer karşılaştığım manzara karşısında güneş ışıklarını tamamen unutarak kocaman açtım.
Şehre gelmiştik.
Hayatımda ilk kez bu kadar çok binayı bir arada görüyordum. Yalnızca okuduğum resimli kitaplarda, bana izlettikleri eski filmlerde görürdüm bu manzarayı.
Hayranlıkla yoldaki arabalara, insanlara ve büyük binalara baktım. Köprüler, kaldırımdaki köpekler, daha büyük arabalar... Sanki o kitapların, o filmlerin içindeymişim gibi hissettiriyordu ve saniyeden saniyeye kalp atışlarım daha da hızlanıyordu.
Cama daha da yaklaşıp bakışlarımı gökyüzüne çevirdim. Beyaz bulutları izlerken aralarından geçen uçaklara ister istemez bir tebessümle iç çektim. Başımı, yasladığım camda biraz gezdirip büyük bir hasretle şehri izlerken radyoda kısık sesle çalan şarkıya kulak verdim iyice kafamı dağıtabilmek adına.
Simsiyah gecenin koynundayım, yapayalnız.
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor.
Melodiyle birlikte başımı da yavaş yavaş hareket ettirmeye başlamış, şehrin her bir detayını ezberime almak için büyük çabalar sarf etmiştim.
Okuduğum birkaç tabeladan artık Çanakkale'de olduğumuzu kavrayabilmiştim. Ne zamandır uyuyordum bilmiyordum lakin bir şekilde Bolu'dan Çanakkale'ye gelmiştim işte.
Çok da uzun sürmemişti bu heyecan ve mutluluğum, çünkü düşünmeye başlamıştım tekrardan. Aramıza mesafeler, şehirler girmişti. Mutlu olmam gerekirdi, evet mutluydum da. Ama anlamlandıramadığım duyguları da beraberinde getirmişti bu özgürlük.
Evet, yetimhaneyi terk etmiştim. Peki ya şimdi? Şimdi ne yapacaktım? Ben daha kendimi tanıyamazken beni benden iyi tanıyan iki yabancının peşine takılmıştım. Şimdi ne olacaktı, ne yapacaktım?
Gerçeklerin tıpkı Anıl'ın aralık olan camından esen soğuk Çanakkale rüzgarı gibi yüzüme vurmasıyla birlikte yüzümdeki gülümseme büyük bir acıyla solmuştu. Camdan çektim kendimi yavaş yavaş. Dikiz aynasından üzerimde hissettiğim bakışlarla kaçamak bir bakış attım aynaya doğru.
İsminin Kuzey olduğunu birkaç saat önce öğrendiğim sürücü "Şarkı dinlemeyi sever misin?" diye sordu radyonun sesini biraz daha kısarken.
Kendimi tekrardan yavaş hareketlerle kapıya yaklaştırdım ve "Sözlü olanları çok dinletmezlerdi." diye yanıtladım. Kapıya doğru biraz yapıştırdım vücudumu o hâlâ bazı aralıklarla dikiz aynasındaki beni yoklarken.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
CANAVAR: Duvarların Ardı
Science Fiction"...O dört duvar arasında yaşadığım süre boyunca kendimi hep kayıp sanırdım. Ama şimdi kaybolmanın nasıl bir his olduğunu çok daha iyi anlıyorum." Birinin bana yol göstermesi gerekiyordu. Birilerinin beni yönlendirmesi gerekiyordu. Ne yapmam nasıl h...