3- MAYIN

19 1 151
                                    

Geçmiş.

Geçmiş hiçbir zaman insanın peşini bırakmayan bir illetti. Sürekli kendini hatırlatır, sürekli bir parçanızın kendisinde kalmasını sağlardı. Öyle ki geleceğe odaklanmak isteseniz bile buna izin vermezdi. Aklınızın her bir tarafı onun için ayrılmış olurdu. İnsan hatırladıkça üzülürdü çoğu zaman. Çünkü acı verici olan şeyler her zaman aklımızda daha kalıcı bir yere sahipti. Bu aklımızın bize bir ihaneti değil de neydi o zaman? İnsanın kendisini üzmesine sebep olan yine kendisi olması, yine kendi bedeninden bir parça olması, insanın her zaman en çok zararları kendisine verdiğinin kanıtı değil miydi?

Aklım bana bazen öyle oyunlar oynuyordu ki ne düşüneceğimi şaşırıyor, hatta bazen hiç düşünmemek istiyordum. Baş ağrım bu durumlarda sürekli olarak artıyor ve beni daha da zorluyordu. Beynimde beni sevmeyen bir taraf olduğunu bile düşünmeye başlamıştım. Çünkü her zaman en mutlu anlarımda bile bir şekilde bana geçmişi hatırlatıp ruhumu incitecek şeylere sebebiyet veriyordu. Bazen en iyi anlarımı bile en kötüye çevirebiliyordu. Bu adaletsizlik değil de neydi?

Ben kendi aklıma ne zaman sahip çıkmaya, ne zaman onu yönetebilmeye başlarsam işte o zaman hayatımda bazı şeyler düzene oturacaktı. Ama önce bunu nasıl yapmam gerektiğini öğrenmeliydim. Yine kendimle savaşmalı, yine kendimi tanımalıydım. Her geçen gün değişen kişilik özelliklerimi  baştan gözden geçirmeliydim.

Son görevimizin üstünden yaklaşık bir buçuk hafta geçmişti. Bu süreçte yine günlük rutinlerimize devam ederken kendimi ani bir çağrıyla komutanın odasında bulmuştum. Neden çağırdığı hakkında gram fikrim yokken önümde sandalyeler olmasına rağmen öylece durup onun gelmesini bekledim. Bu süreçte bakışlarım etrafta gezindi. Büyük bir odaydı. Hemen ortada koca bir gri masa vardı. Masanın başında tek bir sandalye ve karşısında da iki adet tekli koltuk bulunuyordu. İnsanı kasvetlendirmeyen bu odada duvarda sadece bir saat vardı. Onun dışında hiçbir düzeni olmayan oda gözüme oldukça boş gelirken duvara birkaç resim asmak, odayı birkaç çiçekle donatmak istedim.

Çünkü benim evim öyleydi. Capcanlıydı. Çiçekleri vardı, tabloları vardı, renkli renkli ışıkları, renkli bardakları, açık tonlarda koltukları. Canlı ve diriydi evim. Onca çatışmanın, kocaman karanlığın içinden evime gittiğimde aydınlık ve ferah bir ortam bana tekrar nefes almayı öğretiyordu. Renklerin varlığını tekrar algılıyordum. Sadece yeşil, gri, beyaz ya da siyahın olmadığını morun, pembenin, mavinin, sarının da olduğunu tekrar kazıyordum beynime.

Işığı göremediğim anların inadına en çok güneş gören yerlerden birinde almıştım evimi. Karanlığın içine hapsedildiğim günlerin acısına yatağımın hemen yanında bir pencere vardı ve sabah beni, güneş en güzel ışıklarıyla karşılıyordu.

Karanlık yoktu evimde. Aydınlığın hapsolduğu bir evdi benim evim. Ben de bu evin grisiydim. Onca beyazın arasında karanlıktan kopup gelmiş ve beyaza bürünmeye çalışan bir griydim.

Evim.

Evimdi.

Ama yuvam değildi.

Yuvam olamamıştı o ev bana.

Onca beni iyi hissettiren köşelerine, anılarına rağmen hiçbir zaman bana o yuva sıcaklığını vermemiş, kollarıyla saramamıştı.

XpabznbsşzzHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin