III. ATEŞ LORDU

144 8 1
                                    

Kadının yanından ayrıldığımda, sersemlemiş hissetmiştim. Ilk başta kadının ateş lorduna rakip lordlardan birinin hizmetkârı olabileceğini düşünmüştüm, sonra ise düşünmeyi bırakıp kıçımı kurtarmaya odaklanmıştım.
Dışarı Ayzer'in yanına gittiğimde, endişe ile üzerime atlamış, polisi aramamak için zor durduğunu ve bir daha onu bu kadar endişelendirirsem beni çiğ çiğ yiyeceğini söyleyip durmuştu. Ama zihnim o kadar doluydu ki, Ayzer koluma girmeseydi yürüyemezdim bile. Kadın ben odadan ayrılmadan cesetle beraber ortadan bir anda yok olmuştu. Aklımı kaçırıyor olmalıyım, diye düşünmüştüm.
Şimdi ise, buradaydım. Her şey normalmiş gibi davranmak zorundaydım.
Yine okulda birbirlerine kağıttan uçaklarla aşk mektubu fırlatacak kadar çapsız insanlarla beraberdim.
Ayzer beni arkamdan hafifçe dürttüğünde ona ikna edici olduğunu umduğum bir tebessüm gönderdim. Iyiyim! Asla inanmadığım Alfinlerin gerçek olduğunu bir cesete ip diken altın gözlü bir kadından öğrenmedim ve asla bir lordu öldürmekle görevlendirilmedim!
Derin bir of çektim. Matematik bir lordu nasıl öldüreceğimin formülünü de veriyor muydu? Hem Ayzer Elemental'e dair bir şeyler anlatırken aklımda kalan kadarıyla, eğer ben birini öldürürsem benimde ölmem gerekiyordu. Elemental dengeyi bu şekilde sağlıyordu. O altın gözlü kadının bunun için bir çözümü olduğunu ummaktan başka bir şansım yoktu.
"Ders ne?" diye mırıldandım Ayzer'e kafamı sıraya yaslarken. "Programa bakmam gerek-" Sözünü bölen koridorda çığlık çığlığa koşturan insan kalabalığı oldu. Ikinci çığlığın bizden yükselmesine sebep olan şey ise, dünyanın karanlığa bürünmesiydi.
Kafamı sıradan kaldırdım ve koşarak camdan aşağıya baktım. Insanlar, hipnoz olmuş gibi öylece dikiliyorlardı. Sürücüler arabalarını sürmeyi bırakmış, etrafı aniden kesilen yardım çığlıkları sessizleştirmişti. Ayzer ile birbirimize baktığımızda ikimizin de dudakları aynı kelimeyi fısıldadı. "Gerçekmiş."

Ikimiz de bir anda sessizleşen koridora adım attığımızda, telefonunu montumun cebinde unuttuğumu fark ettim. Ayzer'e dönüp montunu almak için sınıfa gitmemiz gerektiğini söyleyecektim ki, Ayzer'in yanımda olmadığını fark ettim. Panikle etrafa bakınırken ismini seslenmek üzereydim ki, siyahlara bürünmüş bir adam tarafından duvara yapıştırıldım. Simsiyah pelerininin kuyruğu yerlere kadar uzanıyordu. Eli boğazımı sardığında nefes almak için debelenmeye başladım. Gözlerim panikle açıldı, benim tenimin soğukluğunun aksine onun eli alev alevdi. O beni boğazımdan tutarken diğer eli boynumda bir şey arıyordu. Sanki... Sanki bir kolyeyi.
Ne var ki, ben süsten nefret ederdim.
Bunu söylemek için ağzımı açtım, tekmeler attım ama hiçbir işe yaramadı. Adamın kaya gibi vücudu tek bir milim bile hareket etmedi. Aradığı şey her neyse bulamadığı için sinirlenmiş gibiydi, dudaklarının arasından bir küfür döküldü. Beni boğazımdan tutan eli gevşediğinde, gözlerimi bir saniyeliğine tekrardan nefes almanın verdiği huzur ile kapadım, ve açtığımda siyah pelerinli adamdan geriye sadece kokusu kalmıştı; kül ve is kokusu.
"Orada!" Aynı giyinmiş bir çift erkek ve kadın bana doğru koşarken yardım için burada olduklarını ummak isterdim, ama beni sürüklemeye başladıklarında bunun anlamsız bir umut olduğunu anladım.
"BIRAKIN BENI!" diye bağırıp etrafa tekmeler savursam da, ise yaramasını istediğimden emin değildim. Çünkü altın gözlü kadının dediği gibi, beni bir Alfin sanıp Elemental'e götürmeleri gerekiyor, ardından benim de orada başarılı bir suikast planlamam gerekiyordu. Tanrım, hayatım bir günde ancak bu kadar garipleşebilirdi.

* * *
Yanılmışım, daha da garipleşebilirmiş. Öncelikle, bizi Elemental'e götürdükleri gemilerin içinde sessizce ağlayan çocukları görmüştüm. Daha da kötüsü Ayz'ı hiçbir yerde görememiştim ve iyi olduğunu ummaktan başka şansım yoktu.
Elemental'e vardığımızda ise sarı saçlı bir adamın "Bazı çürükler var." demesi üzerine bir odaya kapatılmıştık. Odada bir pencere, şömine, ne olduğu belli olmayan bir yemek ve su vardı.

Içime derin bir nefes çekip odada göz gezdirdim. Buradan çıkmam gerekiyordu. Altın gözlü kadın bana ne yapmam gerektiğini söylemiş, ama nasıl yapmam gerektiğini söylememişti. Ki bu büyük bir problemdi çünkü okulda "Bir lordu nasıl öldürürsünüz 101" adlı bir ders yoktu. Işte, matematik bu noktada işlevini yitiriyordu.
Çaresizlik içine boğulmama ramak kalmışken, aklıma annemin günlüğünden bir sayfa aklıma geldi.

"14 Ekim - Yola Çıkış
Onların yemeklerinden yemeyin, onların sularından içmeyin. Onlardan biri olursunuz."

Kurumuş boğazımı görmezden gelmeye çalıştım. Eğer buradan çıkamıyorsam... Bende beni çıkarmalarını sağlardım. Sonuçta en iyi olduğum şey problem çıkarmaktı, çünkü ben problemin ta kendisiydim.
Tabağı yere fırlatıp kırılmasını izledim. Elemental'in Elementleri esas aldığını bildiğim için, o pek değerli elementlerine saygısızlık etmemi kaldıramazlar diye düşündüm. Bardağın içindeki suyu ateşe döktüm ve ateşin sönmek yerine harlanmasını izledim. Daha sonra bardağı cama doğru fırlattım. Tam işe yaramadığını düşünmek üzereydim ki, içeri ilk defa gördüğüm bir kadın girdi. Beni buraya getiren nazik kadının aksine beni kesecek gibi duruyordu.
"Lordum seni görmek istiyor."
Hah. Ben Lordunu görmek istiyor muyum?
"Yaa." dedim şaşırmış gibi yaparak. "Neden?" Yüzüme masum bir ifade takındım. "Yoksa beni ailemin yanına geri mi gönderecek?" Tek derdi ailesinin yanına, dünyaya dönmek olan bir kız rolü oynamalıydım.
Kadının değişmeyen sert ifadesini gördüğümde çenemi kapanan gerektiğine karar verdim.
En azından bir konuda başarılı olmuştum, buradan çıkıyordum.
İlk günden lordlarla aramı bozmayı başarmıştım, aferin bana.

* * *
Bilin bakalım tahtta kim oturuyordu?
AMON! Professör Amon!
Bunun bir kamera şakası olmasını her şeyden çok isterdim. Ama görünen o ki, değildi.
Üzerine yeşilin binbir rengini barındıran bir pelerin ve toprak rengi, Elemental'e özgü giysiler giymişti. Siyah, uzun saçları açıktı ve başına parlak, yeşil zümrütlü bir taç yerleştirilmişti. Bu durumda onun Toprak Lordu olduğunu tahmin etmek hiçte zor değildi. Gözlerindeki bakışlar, dersten F aldığımdaki gibiydi. Tek fark, burada orta yaşlı bir erkeğin görünümünü taşımıyordu. Yüzünde tek bir çizgi bile yoktu. Dilimin tutulduğunu belli etmemeye çalışırken, Amon tek kaşını kaldırmış avını süzen bir aslan gibi beni inceliyordu. "Ah, Gece. Burayı okulla karıştırıyorsun anlaşılan. Burada ikide bir disipline gidip paçayı sıyıramazsın, diyarın sert kuralları vardır."
O an, dedikleri benim için bir mırıltıdan ibaretti, çünkü avını görmüş tek aslan o değildi. Amon'un tahtının yanında rahat bir biçimde duran adamı gördüğümde, bu duruşun ancak tek bir kişiye ait olabileceğini biliyordum; Ateş Lorduna.
Kuzguni siyah saçları özenle taranmak bir kenara dursun, rüzgarda dağılmış gibiydi ki bu onu daha çekici gösteriyordu. Siyah deri pantolonu ve beyaz salaş gömleği ile, sokakta görsem rock n'roll konserine gittiğini düşünürdüm. Dikkatimi çeken bir başka şey ise, sol kulağınds dört tane küpe olmasıydı. Kulak memesindeki ufak siyah bir boynuz gibi görünürken diğer üçü küçük, siyah birer elmas gibi görünüyordu.
Nefesinin kesilmesine sebep olan şey ise... Gözleriydi. Gece mavisi gözlerini üzerime dikmişti. Bana bakış şekli, sanki av benmişim de avcı oymuş gibi hissettiriyordu. Tüm bunların yanında bakışlarındaki merak parıltısının alaycı bir heyecana dönmeye başladığını gördüm. Sanırım milenyumlar sonra Amon'a baş kaldıran birini görmek onun için komikti. Ayzer'den bildiğim bir başka bilgi ise, ona Şeytan dedikleriydi. Eğer Şeytan gerçekten o ise, o hâlde favori günahı şehvet olmalıydı. Aksi taktirde hiçbir şey çarpıcı güzelliğini açıklamaya yetmiyordu.
Düşüncelerimden sıyrıldığımda Amon'un gözümü korkutmak adına aşina olmadığım birkaç şeyden bahsettiğini fark ettim.
"Belki de seni sadakatsizlerin yanına yollamalıyım, yamyamlar şu sıralar fazlasıyla aç." Ah, anlaşılan o ki yamyamların yemeği olmak için Tanzanya'ya gitmeye gerek yokmuş.
"Daren." Amon'un Alfin diline, ışık diline özgü bir şey söylediğini sandım, ta ki Ateş Lordunun bakışlarının Amon'a döndüğünü fark edene dek.
Daren, diye geçirdim içimden. Demek ki adı buydu. Kudretli duruşuna bakılırsa onu bir engel olarak gören çok fazla kişi olmalıydı, bu yüzden ölmesini istiyor olmalıydılar.
Ne zaman vicdan yapsam vücudumu saran siyah şimşek benzeri izler birer ip gibi beni sıkıyor ve hayatımın buna bağlı olduğunu hatırlatıyordu.
Bunu yapmak zorundaydım.
"Onu zindana götür, Kerberos için iyi bir yemek olur." Daren'in dudakları hafif bir tebessüm ile aralandı. "Tabii, baba."
Ağzımı beş karış açmamak için verdiğim çabayı matematiğe verseydim, şu anda okul birincisi olabilirdim.
Amon, Daren'in babası mıydı? Tabii tabii, bende Donald Duck.
Saniyeler içinde yanıma cisimlenen -Ayzer sayesinde terimlere aşinaydım- Daren'in sıkı tutuşunu kolumda hissetmeden hemen önce, öldürmek için burada olduğum lordun sesini bir kez daha duydum. "Onunla bizzat ilgileneceğim." Ne kadar da... Kül ve is kokuyordu.

KANLI KUKLA (HGOİ)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin