"çabuk buraya gel jisung"
duyduğu kalın ve sert sesle baştan aşağı titrediğini hissetti. bitmişti, sonsuza kadar unutamayacağı bir gece olacağından adı kadar emindi.
salona girmesiyle endişe içinde oturan ikiz kardeşini, ayakta alevler saçan babasını ve ondan yeterince farksız değilmiş gibi eşini sakinleştirmeye çalışan annesini gördü.
"saat kaç jisung" duyduğu soruya cevap vermek yerine başını eğip yiyeceği azarı bekledi.
"cevap ver!" babası aniden bağırdı ve salondaki herkes yerinden sıçradı.
"i-iki"
"buçuk, iki buçuk. peki sen bu saate kadar nerede ne boklar yiyorsun allahın belası"
'sizin yüzünüzden gece yarılarına kadar kafe kenarlarında kendimi yırtıyorum, sabah da erkenden kalkıp sınavlarıma çalışıyorum' demeyi çok istedi. her birini tek tek sözleriyle boğmak istedi, ama yine susması gerekiyordu. ağzını dahi açamadı. bu da kendini karışdakine suçlu olarak lanse etmesine sebep oluyordu.
babası sinirle şakaklarına masaj yaparken annesi konuşmaya başladı.
"sınav sonuçlarını görmüşsündür, vasat bile diyemiyorum. biz sizin için bu kadar emek verirken, canımızı dişimize takarken kardeşin gibi olmak bu kadar zor mu han? senin bu çocuktan ne farkın var"
"ben söyleyeyim. biri verdiğimiz emeğin hakkını veren, gözümüzün önünde çalışan bir çocuk; diğeri de kıymet bilmez, nankör, şımarık, pastam dursun karnım doysun diyen hayırsız bir gerizekalı"
duyduğu hakaretlerle kafasını şaşkınlıkla kaldırdı ve babasına hayal kırıklığının her bir zerresini belli eden gözlerle baktı. beyninden vurulmuşa dönmüştü adeta. tamam, bu zamana kadar ailesi ona zaten iyi davranmamıştı; ama böylesine hakaretler ettiğine ilk defa şahit olmuştu. yanaklarından çeşme gibi akan gözyaşlarını farkedecek durumda değildi zaten.
"bab-"
"KES SESİNİ!" elinin yanındaki vazoyu yere fırlattı. gecenin en yüksek sesi de buydu muhtemelen.
"hala nasıl o çeneni kapatmazsın ha adi herif! ağlama, nefret ediyorum demedim mi sana? ağlama benim karşımda"
hıçkırıklarını içine atma gibi aptal bi çaba içindeyken evin haline baktı. hayır, dağınık veya kirli değildi. ama huzur ve sevgiye dair en ufak bir kırıntı göremedi. sadece ona nefretle bakan babası, bıkkın suratıyla tek amacı kocasını desteklemek olan annesi ve ayakta timsah gözyaşlarıyla duran fakat o kadar söze rağmen ağzını dahi açmaya yeltenmeyen yongbok.. insanların yanıp tutuştuğu 'aile' kavramı bu olsa gerekti. ya da o öyle sanıyordu.
"defol git bu evden gözüm görmesin seni"
"ne diyorsun baba dışarıda fırtına var"
"sen karışma yongbok. bu saatlere kadar fırtınalarda, dışarılarda sürtüyorsa kalacak bir yer de bulur"
korkudan ayakları titriyordu. gecenin bu saatinde, bu havada sabahı nasıl görecekti?
"hayır. hayır hayır bu kadar acımasız olamazsın. çok özür dilerim baba yalvarırım kovma beni naparım ben bu saatte"
tam anlamıyla ayaklarına kapanıp ağlıyordu artık.
"HAN JISUNG! sana. defol. dedim."
son şansı olarak annesine baktı. asla ağzını açıp tek kelime etmiyordu.
"bab-"
sözünü dahi bitirmesine izin vermeden kolundan tutup kapıya sürüklemeye başladı. şu an evde jisung ve yongbokun yalvarışları dışında hiçbir ses yoktu. oğlunu çöp gibi kapı dışarı ettikten sonra kapıyı da yüzüne kapattı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
perfection • minsung
Fanfictioneğer dünya kusursuz insanları barındıracak kadar mükemmel olsaydı, narsist romeonun juliete aşkla bakacak gözleri olur muydu? texting+düzyazı ⚠️mizah altı trajedi içerir ⚠️küfür ve argo