CREW
ONU GÖZÜME KESTİRDİĞİM o ilk ânın üzerinden üç yıl, dört ay, iki gün ve bir dolu saat geçti.
Gördüğüm en güzel kız.
Varlığımın mutlak felaketi.
Yatılı Lancaster Koleji'ndeki ilk yılımızın ilk gününde kimse onu tanımıyordu. Taze ve toydu, yüzünde sürekli lanet olası derecede içten ve davetkâr olan bir gülümseme vardı. Sınıfımızdaki tüm kızlar, hızla onun büyüsü altına girdi. Gittiği her yerde onu takip ediyorlardı. Çaresiz bir şekilde arkadaşı olmak istiyor hatta onun en yakın dostu olabilmek için hırsla kavga ediyorlardı.
Hepsi, onun zahmetsiz tarzını kopyalıyor ve okula ne zaman farklı bir saç stiliyle ya da yeni bir çift küpeyle gelse dedikodu kazanı çalkalanıyordu.
Üst sınıflara giden, kendinden daha büyük kızlar bile ona çekiliyordu. Burada bulunduğu tüm zaman boyunca, benimle yalnızca on kelime konuşan bu masum görünüşlü yeşil gözlü kız, herkesi cezbetmişti.
Birden fazla kişiden duyduğuma göre onu tedirgin ediyordum. Gözünü korkutuyordum. Tam da olması gerektiği gibi korktuğu her şey, bendim.
Onu tüketecektim. Her bir saniyesinden keyif alırken onu tek parça hâlinde yutacaktım.
Bunu biliyordu.
Aklınıza gelebilecek her açıdan zıt, aynı zamanda bir o kadar da benzerdik. Bu durum lanet derecede garipti.
O, hepsinin takip ettiği bir liderdi ve tıpkı benim gibi okula usulca hükmediyordu. Tabii onun tacı ağır değildi. Camdan yapılma iplikten hafif neşe saçan ve sıfır beklentiyle oluşturulmuş bir taçtı.Benimkiyse ağır ve külfetliydi. Bana, aileme karşı olan görevlerimi hatırlatıyordu. Soyadımıza karşı.
Lancasterlara karşı.
Dünyada olmasa bile ülkedeki en zengin ailelerden biriydik. Soyumuz nesiller öncesinde dayanıyordu. Kelimenin tam anlamıyla bu okulun ve içindeki herkesin sahibiydim. Tek bir kişi dışında.
Oysa o bana bakmıyordu bile.
"Niye dik dik bakıyorsun? "
Bu aptalca soruyu soran en yakın arkadaşım, Ezra Cahill'e doğru göz atms gereği bile duymadım. Şükran günü tatilinin ardından, pazartesi günü okulun girişinde duruyorduk. Sabah ayazı, kalın yün montumu aşacak kadar soğuktu. Daha kalın bir mont giymem gerekiyordu. Buna rağmen içeri girmeyecektim. Henüz değil...
Bunu neredeyse her sabah yapıyordum. Kraliçenin içeri girmesini beklerken beni gerçekten kabulleneceği o ânı iple çekiyordum.
Şu âna kadar kabul görme konusunda yüzde sıfırdım.
"Bakmıyorum," dedim sonunda Ez'e, ses tonum her zamanki gibiydi. Umursamıyordum.
Dışarıdan bakılınca hiçbir şeyi ya da hiç kimseyi iplemiyormuşum gibi görünürdüm. En kolayı buydu. Tamamen klişe olduğumun farkındaydım fakat inanın bana, bu durum kesinlikle işime yarıyordu. Umursamak, kırılganlığınızı kabul etmek demekti ve ben de bu okuldaki en kırılgan olmayan şerefsizdim. Beklentiler hiçbir zaman bana yöneltilmemişti. Abilerim, aramızdaki en şanslı kişinin ben olduğumu söylese de buna katılmıyordum.
En azından tutarlı bir noktaya parmak basıyorlardı. Bazen babamın, var olduğumu tamamen unuttuğunu düşünüyordum.
"Yine onu arıyorsun."
Başımı Ezra'ya doğru çevirdiğimde bakışlarım sert ve soğuktu. Beni göz ardı etti ama dudaklarına yayılan sırıtıştan her şeyin farkında olduğunu anlayabiliyordum. "Ne zaman aramıyorum ki?" Sorun çok netti. Umursadığımdan değildi, yine de yüze inen bir tokat gibiydi.
Şerefsiz bana kahkahalarla güldü. "Tüm bu bekleme işini sikeyim. Ne kadar zaman geçti? Onunla konuşmalısın."
Bedenimi yasladığım soğuk sütundan ayırdığımda tüm vücudum rahatlamıştı. Sıradandı. Gerildiğimi hissettiğimde bakışlarım bir kez daha ona çarptı.
Bir kez daha.
Her zaman.
Wren Beaumont.
Okulun girişine doğru salına salına yürüyordu. Bana doğru. Yüzünde durgun bir gülümsemeyle, ışık saçarak ve o eşsiz pırıltısıyla yanından geçtiği herkesi etkileyip büyüsü altına alarak ilerliyordi. Tiz sesiyle, ben hariç herkesi selamlayarak onlara sanki lanet olası Pamuk Prenses'miş gibi günaydınlar diliyordu. Arkadaş canlısı, tatlı ve -kahrolası- çok güzeldi. Ona uzun süre bakmak neredeyse canımı yakıyordu.
Bakışlarım, ince altın bir şeridin sarıldığı sol elindeki yüzük parmağına indi, üzerinde tek bir tane küçük elmas vardı. Sosyetenin ergenlik öncesinde yaptığı, soluk renkli mütevazı elbiselerin giyildiği o sikik takdim törenlerinden birinde, bu söz yüzüğünü almıştı.
Kızların kavalyeleri babalarıydı. Kadınlar dâhil birçok şeye sahip olan sosyetedeki önemli adamlardı. Kadınlar gibi kızlarının da sahibi olan... Törenin ilerleyen saatlerinde, kızların parmaklarına bir yüzük geçirilirken babalarına dönerek bekâret yemini ettikleri can sıkıcı bir seremoni vardı. Bir düğün gibi.
Bana sorarsanız oldukça garipti. Babamın, ablam Charlotte'ı bu duruma düşürmediğine seviniyordum. Aslında babamın da seveceği bir şeye benziyordu.
Küçük Wren'imiz bakireydi ve bununla gurur duyuyordu. Kampüsteki herkes, onun diğer kızlara kendilerini gelecekteki kocalarına saklamalarıyla ilgili yaptığı konuşmaları bilirdi.
Çok acınasıydı.
Küçükken sınıfımızdaki kızlar Wren'i dinler ve ona katılırlardı. Kendilerini saklamaları gerekirdi. Bedenlerinin kıymetini bilip bizim gibi iğrenç, işe yaramaz varlıklarla paylaşmazlardı. Yine de hepimiz biraz büyüyerek sevililiğe ya da tek gecelik ilişkilere kapıldık. Arkadaşları tek tek bekâretlerini kaybettiler.
Ta ki o, son sınıftaki tek bakire olarak kalana kadar.
"Onunla vaktini harcıyorsun, Lancaster," dedi, diğer yakın arkadaşım Malcolm. Şerefsiz, Tanrı'dan ve Londra'dan daha zengindi. Kampüsteki tüm kızlar, İngiliz aksanı sağolsun külotlarını üzerine fırlatıyorlardı ki o bunu istemiyordu bile. "Kız erdem timsali ve bunu biliyorsun."
"Onu istemesinin altında yatan sebebin yarısını da bu oluşturuyor," dedi Ezra. Gerçeği biliyordu. "Onu baştan çıkarmak için geberiyor. Kızın tüm ilklerini, bir gün sahip olacağı hayali kocadan çalmak istiyor. Hani şu kızın bakire olup olmamasını iplemeyecek olan kocadan."
Arkadaşımın söylediği yanlış değildi. Yapmak istediğim şey tam olarak buydu. Sadece yapabileceğimi göstermek için... Neden düğün gecesinde onu hayal kırıklığına uğratmak dışında hiçbir şey yapmayacak olan, sahte bir adam için kendini saklıyordu ki?
Çok apalcaydı.
Malcolm, Wren'in hepsi kendinden küçük olan bir kız grubuyla konuşmasını dikkatle izloyordu. Kızların hepsi sanki o, anne kuşmuş ve kendileri de ona bağımlı bebekleriymiş gibi ilgisini çekmek için etrafında uçuşuyorlardı.
"Ona karşı şansımı denesem sorun eder misin?" diye mırıldandı Malcolm. Wren'e bakmaya devam ederken gözlerini kısmıştı.
Malcolm'a öldürücü bir bakış attım. "Ona dokunursan seni gebertirim."
Başını geriye atarak bu söylediğime kahkahalarla güldü. "Lütfen. Bakirelerle ilgilenmiyorum. Kadınlarımın biraz deneyimli olmasını tercih ederim."
"Kesinlikle penisten korkmaları hoşuma gitmiyor," diye ekledi Ezra. Söylediğini vurgulamak için aletini kavramıştı.
Onların kahkahalarını duymazdan gelerek tekrar Wren'e odaklandım. Bakışlarım vücudunda geziniyordu. Üzerinde Lancaster arması olan lacivert bir ceket, altında beyaz bir gömlek ve gömleğin gerilmesine sebep olan dolgun göğüsleri vardı. Pileli, ekoseli eteği dizlerinin hemen üzerinde bitiyordu. Wren'imiz mütevazıydı. Fırfırlı beyaz çorapları ve ayaklarında Doc Marten'den bir çift Mary Jane vardı.
Küçük de olsa başkaldırısına ait tek işaretti. Sömestr tatilinden döndüğümüz ilk gün o ayakkabıları giyerek okula geldiğinde, Lancaster Koleji'ndeki kızlar tamamen kendilerini kaybetmişlerdi. Bu, kızları harekete geçirmişto. Lancaster'da herkes makosen ayakkabılar giyerdi. Bu söylenmeyen bir kuraldı.
Wren'e kadar.
İkinci yılımızın başında, Lancaster'a gelen lanet olası kızların neredeyse hepsinin ayağında Doc Marten'ın ve diğer markaların Mary Jane'leri vardı. Bu ayakkabıları giyen kızlardan hiçbirinin beni Wren kadar etkilemiyor olması komikti.
Görünüşte masum ayakkabılar ve küçük kız çorapları... Ekoseli eteği, kızarmış yanakları, kampüste dolaşırken ya da okuldan çıkarken ağzına attığı o lanet lolipopla kızaran ıslak dudakları... Onu dudaklarının arasında bir Blow Pop'la gördüğümde, yalnızca önümde diz çöktüğünü hayal ediyordum. Elini aletime sararak güzel ağzına almasını, kıymetli babacığının ona verdiği zırva yüzüğünün ışıkta parlamasını gözümde canlandırıyordum.
İstediğim şey buydu. Dizlerinin üzerine çökerek aletim için yalvaran bir Wren. Onu reddettiğim için ağlıyor olması. Çünkü eninde sonunda onu reddedecektim. İlişkiler bana göre değildi. İlişkilerde, bence hiç de gerekli olmayan bir nahiflik vardı. Çocuklarından biri, eve yanlarında bir kadınla geldiğinde babamın onlara nasıl davrandığını görmüştüm. Babam, Grant'ın sevgilisiyle-kız onun için çalışıyordu-yakından ilgilenmişti tabii ki. Diğer abim Finn ise ailemizle tanıştırmak için birini getirmeye gerek bile duymamıştı.
Onu suçlayamazdım.
Bir de ablam Charlotte vardı. Babam onu en yüksek teklifi veren kişiye kelimenin tam anlamıyla satmıştı ve şimdi tanımadığı bir adamla evliydi. İyi bir adamdı, lanet olsun...
Babamın, ilişkilerime karışmasına müsaade etmemin imkânı yoktu. Bu durumdan kurtulmanın en iyi yolu ne miydi?
Bir ilişkiye başlamamak.
Kuzenim Whit'i düşündüm. Lanacaster Koleji'nde son sınıfken şimdi evlenmek üzere olduğu kızla, küçük bir skandala karışmıştı.
Hatta evlilik dışı bir çocukları vardı ve bu Lancasterlar için ciddi bir skandaldı. Kendi annem, Whit'in gelecekteki karısının tamemen çöp olduğunu söylese de bizim gibi ailelerin sonu böyle olurdu. Namımız önden yürüdü ve bazen ona leke sürülürdü.
Bu birçok kez olmuştu.
Whit'in karısı çöp değildi. Kuzenime âşıktı ve Summer dışında kimse, onun yediği bokları tolere edemezdi.
Wren yaklaşırken, yerimde biraz daha doğrularak onunla göz teması kurmaya çalıştım, o ise her zamanki gibi bana bakmayı reddetti. Malcolm'a ve Ezra'ya "Günaydın," dediği sırada neredeyde kahkaha atmal üzereydim.
Yanımdan geçip giderken, bana tek bir sikik kelime bile etmiyordu. Arkasında, her biri ceylan bakışlarıyla bana bakan küçük kızlarla okula girerken kendisi dönüp bana bakmıyordu.
Kapılar kapandığında Ezra, tekrar dizlerinde vurarak kahkaha atmaya başladı.
"Uzun zamandır kızın ilgisini çekmeye çalışıyorsun ve kız hâlâ seni görmezden geliyor. Pes et."
Beni buna iten meydan okumayı görmüyorlar mıydı? Anlamıyorlar mıydı?
"Biliyorsun, bir parti veriyor," dedi Malcolm, Ezra'nın kahkahası sona erdiğinde.
"Ne için?" diye sordum sinirli bir şekilde.
"Doğum günü. Yüce İsa." Malcolm başını iki yana salladı. "Wren Beaumont'a takıntılı olan birine göre onun hakkında çok az şey bilmiyor musun?"
"Takıntılı değilim." Yaslandığım sütundan doğrularak arkadaşlarıça yaklaştım. Tüm detayları öğrenmek istiyordum. "Parti ne zaman?"
Sömestr tatiline üz haftamız vardı ve projelerimiz üzerine çalışıp son güz dönemimizin finallerine hazırlanan son sınıf öğrencileri olarak çoktan tükenmiştik. Mezun olduğumda üniversiteye gitmek gibi bir planım olmasa da notlarım için kıçımı yırtıyordum. Eylül ayında on sekizime girdiğimde, üç güven fonumdan ilkini alabilecektim. Artı olarak, abilerim gayrimenkul şirketlerinde onlarla çalışmamı istiyorlardı. Gayrimenkul lisansı alarak çalışabilme ve lüks evlerle devasa kurumların satıldığı dünyayı fethedebilme fırsatım varken, neden üniversiteye gidecektim ki? Abilerimin yerleşim yerleri ve ticari yerler için ayrı departmanları vardı.
Mezun olduktan sonra yapmak istediğim şey, bir ya da iki yıllığına dünyayı gezmekti. Hiç çalışmadan. Farklı kültürlere ve yemeklere bulanarak. Manzaralara ve tarihlere... Eninde sonunda New York'a döndüğümde gayrimenkul lisansım üzerine çalışıp abilerimin şirketine katılırdım.
Seçeneklerim vardı ama babamın bunları düşündüğünü zannetmiyordum.
"Doğum günü aslında Noel'de ama bir gün sonrasında parti yapacağından bahsetmişti. Noel'in ertesi günü," dedi Malcolm. "Hak ettiği değeri görmeyen bir bayram olduğunu söylemem gerek."
"Bana sorarsan, İngilizlerin daha çok dinlenmek için uydurdukları bir gün," diye mırıldandım.
"Kara Cuma'nın İngiliz versiyonu," diye ekledi Ez sırıtarak.
Malcolm ikimize de orta parmak çekti. "Eğer parti veriyorsa kesinlikle gidiyorum."
"Ben de," dedi Ez neşeyle.
Kaşlarımı çattım. "Siz iki şerefsiz davetli misiniz?"
Malcolm suratını astı. "Tabii ki. Senin olmadığını varsayıyorum."
Başımı yavaşça iki yana sallarken çenemi ovuşturuyordun. "Benimle konuşmuyor. Beni doğüm günü partisine davet de etmeyecektir."
"On sekiz ve hiç öpülmedi." Ezra, sesini tizleştirerek bir kız gibi konuşmaya çalışsa da başarısız olmuştu. "Partiye sızıp onunla yatmalısın, Lancaster."
"Eğer o kadar şanslıysa," dedim yavaşça. Bu fikir hoşuma gidiyordu.
Hem de çok.
"Beaumontlar bok gibi zengin," diye hatırlattı Malcolm. "Duvarlarında asılı olan paha biçilemez sanat eserlerini düşünürsek, partinin güvenliği had safhada olur. Ayrıca, babası sikik bir şahin gibi kızını izleyecektir. Gözünü, parmağındaki söz yüzüğünden ayırmaz."
Ezra alaycı bir şekilde gülerken titredi. "Bana sorarsanız ürkütücü. Kendinizi babanıza adamak mı? O ailede neler döndüğünü merak etmemem sebep oluyor."
Ezra'nın bu yorumuyla düşüncelerimin beni yönlendirdiği nokta hiç hoşuma gitmemişti. Ortada garip bir şey olmadığını umut etsem de Beaumount ailesinde, ensest bir durumun söz konusu olup olamayacağı da aklımdan geçmiyor değildi. Bundan kuşkuluydum, gelgelelim sonuçta ne onu ne de ailesini tanıyordum... Sadece şahit olduğum şeyler vardı, ayrıca istediğim kadar şeye şahit olamıyordum bile.
"Bu okuldü, babalarının kendilerine verdikleri söz yüzüklerini takan bir süre kız vardı," dedi Malcolm. "Hepsi Wren'i kopyalıyordu. Hatırladınız mı? Bizim sınıfımızdan ve biz ikinci sınıfa geçtiğimizde, birinci sınıfa başlayan bir sürü kız..."
Bu düşünce beni rahatsız ediyordu. "O trend yavaş ve acılı bir ölüm gibiydi."
Yüzüğü takan tek kişinin Wren olduğuna bir hayli emindim.
"Doğru," dedi Malcolm, dudaklarına yayılan edepsiz bir gülümsemeyle. "Şimdi hepsi aletlerimiz için yalvaran bir avuç sürtükten ibaret."
Söylediğini komik bulmasam da güldüm. Malcolm'un, benim fazlasıyla rahatsız edici bulduğum bir şekilde, kadınları aşağılamak gibi bir huyu vardı. Evet, bir araya geldiğimizde hepimiz kadınlara karşı bir avuç şerefsize dönüşebiliyorduk ama hiçbirimiz Malcolm'un yaptığı gibi onlara sürtük demiyorduk.
"Ne kadar aşağılayıcı bir kelime," dedi Ezra. İkimiz de ona döndük. "Fahişeyi tercih ederim. Sürtük çok...Kaba."
"Fahişe değil mi?" Malcolm kahkaha attı.
Konumuzdan sapmıştık. Konuşmayı tekrar Wren'e çevirmem gerekiyordu.
Dişleri olan kaba ve edepsiz kediden korkan küçük tatlı kuş.
O kedi bendim.
"Gerçekten bir doğum günü partisi veriyorsa ben de davet edilmek istiyorum," dedim, sesim sertti.
"Mucize yaratamayız," dedi Ezra, umursamaz bir şekilde omuz silkerken. Neden umursayacaktı ki? Zaten davet edilmişti. "Belki de Wren'e daha nazik yaklaşman gerekiyordur. Bir kereliğine ona sürekli dik dik bakan şerefsiz olmak yerine kıza iyi davran."
Onu görünce otomatik olarak suratımı asıyordum. Tek yapmak istediğim onu becermekken nasıl nazik olabilirdim ki?
Onu öylece, duygusuz bir şekilde becermek istiyordum. Onu görür görmez içim şehvetle doluyordu. Dudaklarının arasındaki lolipopu emmesini izlerken sertleşiyordum. Diğer herked için tatlı, nazik Wren'di.
Ben onu farklı görüyordum. Farklı... İstiyordum.
Bunu başka türlü nasıl açıklayabilirdim, bilmiyordum.
"Şu an tam da kızı düşünüyormuş gibi bakıyor," dedi Malcolm.
"Ümitsiz vaka. Pes et, dostum. Sana göre değil."
O ne biliyordu ki? Tanrı aşkına, ben bir Lancaster'dım.
Her şeyi yapabilirdim.
Bir bakireyi becermek de buna dahildi...
![](https://img.wattpad.com/cover/367524037-288-k688284.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bir Milyon Öpücük
RomanceWren Beaumont birçok şeydi. Güzel. Akıllı. Tatlı. Masum. Lancaster Koleji'ndeki kızlar onu seviyor ve hepsi arkadaşı olmak istiyordu. Sadece ben, Wren'i olduğu gibi görebiliyordum. Hislerini, patlayacak raddeye gelene kadar içine bastırmış küçü...