Elimdeki haritaya dikkatli bir şekilde bakmaya devam ederken, "Artık biraz durabilir miyiz? Lütfen." diyen Ekin ile kafamı kaldırdım.
İki gündür yürümeye devam ediyorduk. Arabanın bozulması bizim için durumu berbat etmişti. Durmadan, ara vermeden yürümemiz gerekiyordu, çünkü kaybettiğimiz her saniye onlar bize daha çok yaklaşıyordu.
Pars göz ucu bana baktı. Ardından derin bir nefes alarak Ekin'e doğru yaklaşıp, "Seni kucağıma almamı ister misin?" diye sordu.
Ekin bir süre ne diyeceğini bilmez bir şekilde ona baktı. Fakat durmayacağımızı anlayarak sonunda pes etti ve Pars'ın onu kucağına almasına izin verdi.
Pars onu kucağına aldığında benim de bakışlarım İstanbul'a çevrildi. Bakışları yerde gezinirken o da derin nefesler alıyordu. Bu yolculuk hepimizi yıprattı. Durmadan yürümek ne kadar zor ben de biliyordum, fakat onları da tehlikeye atamazdım.
Yavaşça ona yaklaşıp, elimi omzuna koyarak, "Benim de seni kucağıma almama gerek var mı?" diye sordum alayla.
Bakışlarını hafifçe kaldırıp bana baktı. Ardından gözlerini devirerek elimi itti. Onun bu hareketiyle gülümsememi silip, "Bak, anlıyorum yoruldum. İnan bana ben de yoruldum." diye başladım.
Fakat o gülerek, "Sen mi yoruldun?" diye karşılık verdi.
Her ne kadar belli etmesem bile adım atmaya halim kalmamıştı neredeyse. Sadece benim değil, Pars'ın da öyle. Ama durumun ciddiyeti ortadaydı.
Kafamı sallayarak, "Evet, evet ben de yoruldum. Ama duramayız. Oraya vardığımızda bolca dinlenirsin." dedim.
Ardından ona yaklaşıp, elinden tutarak, "Hadi." dedim ve yürümeye başladım. Başka şansı olmadığı için o da ilerlemeye başlamıştı. Bizi ileride omuzlarında Ekin ile bekleyen Pars'a yaklaştık.
Biz onların yanına vardığımızda yürümeye devam ettik. Pars Erkin'in iki elini tutmarken, "Daha çok yolumuz var, İzmir. Farklı bir şeyler bulmamız gerekiyor." dedi.
Bir elimle İstanbul'un elini, diğer elimle de haritayı tutarken, "Biliyorum, biliyorum fakat yakınlarda bir köy var mı bilmiyoruz. Burada hiç yerleşke kalmamıştı."diye cevap verdim.
Yanımda sürüklediğim İstanbul, "Neden ikinci yerleşke alanı bu kadar uzak ki?" diye sordu.
Haritayı kapatıp, cebime koyarken, "Aslında o yerleşke bizden habersiz olmuştu. Babamla diğer tarafta bir yerleşke olduğunu buraya gelen bir grupla öğrenmiştik. Bundan sonra da ortak bir birlik yapmaya karar verdik." diye açıkladım.
İstanbul kafasını sallarken Pars'ın omuzlarında olan Ekin, "Hiç kimse mi buralarda bir yerlerde yaşamaya gelmedi? Sonuçta şehirden uzak olmak demek daha fazla güvende olmak demek." diyerek bize katıldı.
Pars kafasını hafifçe kaldırıp, omuzlarında olan Ekin'e bakarak, "Buraya gelmek öyle kolay değil. Öncelikle şu zamanlarda araba bulmak sıra dağlar içinde hazine bulmak gibidir. İkincisi yolların çoğu zombilerle neredeyse kaplı. Geçmek hiç kolay değil. Gelenler çoğu zaman onları geçmeden ölüyor." dedi.
Bunu duyan Ekin daha fazla bir şey sormamıştı. Ormanın kenarına vardığında bir nehir görmüştük. Nehirin kenarıyla ilerlerken yavaşça suya bakıyorduk.
Dördümüz arasında tamamen sessizlik hakimdi. Omuzlarımızda çantamız, silahlarımız öylece ilerlemeye devam ediyorduk. Fakat Pars haklıydı. Ne kadar böyle gidecektik ki? Yürüyerek oraya haftalar sonra anca varabilirdik. Belki de varamazdık. Yolda bizi neler bekliyor bilmiyorduk.
Derin bir nefes alıp, tam gözlerimi kapatacakken, "İmdat!" diye bir erkeğin bağırma sesi gelmişti.
Bununla birlikte gözlerimi alarımla açtım. Erkek sesi kalın olduğu için ve yüksek sesle bağırdığı için tüyler ürpertici derecede korkunç çıkıyordu. Pars omzundaki Ekin'i indirdiğinde dördümüzde oraya doğru koşmaya başlamıştık.